Ara

Alevîlik

Yol Erkân Meydan

Kategori

Sırlar Okulu

Kim ne bilir bizi nice soydanuz
Ne zerrece oddan, ne de sudanuz
Bize meftun olan marîfet söyler
Biz Horasan mülkindeki boydanuz

Neden İslamî Takiyye? Neden Ali?

«Son dönemde tozu dumana kattılar; ‘Ali’li Alevilik mi, Ali’siz Alevilik mi?’ diye! Öncelikle belirtelim: ‘Mistik maya’ olmadan Alevilik olmaz. Ali mistik tasarımın en üst kimliği olduğu için de Ali’siz Alevilik olmaz. Ali’nin inanç ya da söylence kimliği, ortodoks kimlikli Ali’nin kimi meziyetlerinin yakalanması ile yaratılmıştır. Giderek inanç-söylence tasarımın değerleri, ortodoks değerlerini yok etmiştir. Sorun, ‘Ali’siz Alevilik’ gibi bir yaklaşımı hayata geçirmek değil. Sorun, ortodoks tasarıma karşı batınî tasarımın “niçin” ve “nasıl” yapıldığını algılamak, anlamak ve anlatmaktır. Çünkü Anadolu Aleviliği, geriye dönüş kültünü büyük bir kıvraklıkla kullanmıştır. Ali olmasaydı bile, kült gereği bir başka “meziyetli” kimlik, batınî tasarımın konusu olacaktı ve başat inanç kaynağının tam ortasına yerleştirilecekti; söylencelerin birinci dereceden kahramanı olacaktı.» (Esat Korkmaz)

240px-Hallaj


Neden İslamî Takiye?

«İskenderiye okulunun ortadan kaldırılması girişimleri ilki, dördüncü yüzyılın sonlarında meydana geldi. 391 yılında Hıristiyan piskoposu Theophilos, Hermes’in Mısır’da yaydığı dine ait tapınaklardan birini kiliseye dönüştürmek istedi. Hermes yanlıları bu girişim karşısında çılgına döndüler. İsyan edip sokaklara döküldüler. Büyük bir ayaklanma başladı. Şiddetli çarpışmalar oldu. Bizans valisi Hıristiyanları da yanına alarak kalkışmayı bastırdı. Daha sonra , İmparator ve vali tarafından başkaldırının asıl suçluları oldukları tespit edilen İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunan Hermetik kitapların büyük bir bölümü Bizans imparator I. Theodosius’un emriyle şehrin hamamlarında yakıldılar.

Bizans İmparatoru I.Theodosius, İskenderiye’den sonra İmpartorluk içindeki Hermes ekolünden gelen tüm mabetleri Hıristiyanlık karşıtı gelişmelerin kaynağı sayarak kapattı. Bizans topraklarında o güne kadar görülmedik ölçülerde bir kitap yakma olayları yaşanmaya başlandı. Sadece İskenderiye kütüphanesi‘nde yakılan kitapların sayısı 400.000 civarındaydı. Hıristiyan bağnazlığı insan aklının alabileceği sınırların çok dışına taştı. Onca değerli kitap, dünyanın geleceğinde artık bir daha var olmamak üzere kaybolup gitti.

Bu kitap yakma olayları aslında bir tür, insanlığın kayıtlı hafızasını imha etme girişimleriydi. Hıristiyanlık, insan zihninde kendi öğretisine boşluk açmak, yer bulmak için insanlığın beleğini boşaltmaya kalkışmıştı. Bu yangınlarda her şey kaybolmadı.Yangınlardan canlarını ve kimi değerli kitaplarını kurtarabilmiş Hermes bilgeleri yüzyıllar boyu geleneklerini yeraltında sürdürdüler. Büyük yangından uzun yüzyıllar sonra Hermetik eserler ilk önce Bağdat sarayında gün ışığına çıktılar. Hermetik eserlerin Bağdat’ta Arapçaya çevrilmesiyle birlikte Bağdat sarayı bilimde, sanatta ve edebiyatta büyük gelişmeler gösterdi. Arap kabile devleti kısa zamanda bir dünya imparatorluğuna dönüştü.

Arap İmparatorluğu şaşırtıcı çıkışını tamamladıktan hoşgörüsünü kaybetti, bağnazlığa teslim oldu. Hermetik eserler ve Hermes geleneğinden gelen bilginler Bağdat’tan dışlandılar kovuldular.» (Erdoğan Çınar)

abou-muslim-al-khorassani
«Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır‘da, yeni yönetimin ilk işi, daha önceki çağlarda olduğu gibi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulda asırlar boyunca toplanmış olan ve hemen her fetihten sonra yakılan muhteşem İskenderiye kitaplığını, Romalılardan sonra bir kez daha yakmak oldu. Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı. Müslüman olmak ve öğretilerini İslam’i bir çerçeveye oturtmak. Bunun için filozoflar, İslamiyet’in içindeki Batıni muhalefetten yararlandılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer‘in karşısında olan, Peygamberin damadı Ali‘nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları olarak, İslamiyet’e bambaşka bir boyut getirdiler.

İslamiyeti kabul eder görünen İskenderiye okulu mensupları derhal Yunanlı (Ege’nin iki yakası, Yunanistan ve Anadolu. Ş.K) filozofların ve özellikle de Pisagor (İyonya, Anadolu’da bugünkü İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ’da verilen addır. Ş.K) ve Eflatun‘un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran’daki bazı deyişlerden faydalanmasını iyi bilen filozoflar, “Tanrının sıfatlarından birisi de Âlim’dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir” diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri çevçevesinde daha da rahat yayma fırsatı buldular.» (Cihangir Gener)

Shiite_Calligraphy_symbolising_Ali_as_Tiger_of_God


Neden Ali?

 

«İsmaililik de, Ali’nin katliamdan kurtulan torunu Zeynelabidin’in soyundan gelen Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Batınilerin örgütü olmuştur. İsmaililik ve diğer Batıni ekoller, Ali yandaşlığı vasıtasıyla Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak bu ekollerin genel tutumu, Müslümanlığın ortodoks Sünni sistemini kabul etmeyen farklı inanç ve ideolojilerin Müslümanlık bünyesi içerisinde, kendi inançlarını sürdürme çabalarının ifadesidir. Nitekim, İsmaili öğretisinin felsefî ve örgütsel boyutu, kadim Babil ekolüne ve Pisagoryen öğretilere dayalı Saabi inançlarının, Maniciliğin, Neo Platonculuğun, Hermetizmin, kısaca o güne kadar var olan Batıni ekollerin bir devamı olduğunu açıkça göstermektedir.

İslamiyet’in, kendi bünyesinde var olan, Hanif dinin Batınî felsefesi ve kimi uygulamalarının dışında, Sünni yönetimin Batıni ekollerle ilk karşılaşması, Mısır‘ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada Mısır’da halkın bir bölümü Hıristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Mısır’ın Batıni inanç sisteminin merkezi olan Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs‘e geçmişlerdi. Ancak Batıni doktrin, varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye’deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.

Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Onların, Hıristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi inanış biçimlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kâfirlerdi…Müslüman oldular.» (Cihangir Gener)

yedi ulu ozan
«İslam kültür ve düşünce tarihini derinden etkileyen hiç bir tasavvuf cereyanının, İslamiyet’in beşiği olan Arabistan’da doğmamış, gelişmemiş ve yerleşmemiş olması -ki bugün de öyledir- tasavvufun yapı itibariyle, İslamiyet’i kendi eski kültürleri dahilinde algılayan Mevalî orta tabakasının, kitabî ve nasçı İslam anlayışını temsil eden hakim Arap müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının bizce en reddedilemez delilidir.» (Ahmet Yaşar Ocak)

***

«Alevilik, İslam’ın çıkısına bu bağlamda sahiplenir. O değerleri, kendisinin değerleri olarak görür. Devletleşmiş İslamı ise reddeder. Belki, doğru anlamıyla İslam’ın “özü olma” söylemini bu temelde ifade ederek doğrulayabiliriz. Yolun bilgeleri ne yaptıklarını ve ne söylediklerini bilerek hareket etmişlerdir. Bu gün, bu söylemi dillendirenler, bu bağlamda değil, hem asimilasyon etkisiyle hem korku etkisiyle ve hem de soyu koruma etkisiyle bunu ifade etmektedirler.» (Haşim Kutlu)

bv

Ali Üzerine


Ali şeriatta Aslan,

Tarikatta Şah-ı Merdan
Marifette Veli, Evliya
Sırr-ı Hakk-i-Kat’te ise Ali’den başka Hakk yoktur.

İlim öğretilerinin sistematiği içinde (dinler gibi) her insanın bu kapılardan geçmek zorunda olduğunu bilen erenler, bunları her ne kadar isim olarak kendi içlerinde ifade etmişlerse de, birini (Şeriat Kapısını) Alevilik felsefesinin yapısı-öğretisi içinde tümden reddetmiş, diğerini ise (tarikat Kapısını) sadece ve sadece yaşadığı toplum içinde, yani müslümanlar arasında, gizlenebilmek için kullanmışlardır!!!

Marifet Kapısı, varlığın (Ali’nin) aşk ateşinde piştiği kapıdır. Tanrı’ya (Hakk-i-kat’e) kavuşmak uğruna her şeyden, kendi canından bile vazgeçmeye hazır olduğu kapıdır. Yapacağı tüm fedakârlıklar, O’nun için yapmayı özlemle beklediği ve zaten arzu ettiği şeylerdir. “Ali” artık evliyadır. Tanrı yolunda kendini kendinden silen, O’na kavuşmak için her şeyden vazgeçmeye hazır olan bir evliya.

Ve işte tüm bu tekâmül etmişlik ile “Ali” Tarikat kapısının sonunda elde ettiği “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” makamına ulaşır. Yani Alevilik çok açık ve net olarak reenkarnasyondan bahsetmektedir bu noktada!!! Yani, Alevilik Felsefesinde DEVRİYE olarak isimlendirilen reenkarnasyondan!!!

Haydar-ı Kerrar sözü, tekrar tekrar gelen demektir!! Tekrar, tekrar gelen!!!

Ali olarak “simgelenen” ve her kapıda farklı bir ifade ile anılan bu “sembol” varlık, binlerce yıllık serüveni içinde, Şeriat kapısında başladığı “evrim” yolculuğunu, her kapının sınavlarını farklı farklı bedenlerde ve zamanlarda vererek, tekrar tekrar gelip bu makamlardan ve kapılardan geçip en sonunda zorunlu enkarnasyonların son bulduğu Marifet kapısıyla devam eder. Çünkü Alevilik felsefesi, “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” diyerek bir tamamlamadan, tamamlanmadan bahsetmektedir.

Âdem ile başlayan, İnsan ile devam eden ve İnsan-ı Kâmil olarak sona eren bu evrim macerası, bakın alevîlik tarafından kendi özel diliyle nasıl ifade edilmiş:

Şeriat’te Adem oğluyum,
Tarikat’te Yol oğluyum
Marifet’te Kemal oğluyum,
Hakk-i-Kat’te Gök oğluyum
Atam Gök, Anam Yer

diyen bu felsefe, diğer taraftan, kendini âdem soyuna bağlayacağına götürüp Şit soyuna bağlayarak bir taraftan dünya yaşamının ve âdemin yaratılmasıyla ilgili bilgi verirken diğer taraftan da Tanrının ve kâinatın en büyük sırlarından birinin, insanın yaratılışının sırrını da “Hakk-i-Katte gök oğluyum” diyerek verir bize. İnsan gökten inen tanrısal bilinci, âdem ise bu tanrısal bilincin kullandığı bedeni anlatır Hakk-i-Kat’te!!!

Yukarı çıktıkça ve üst kapılar çalışmaya başladıkça insan, daha önce okuyup da hiçbir şey anlamadığı bir kitaptaki kâinatın tüm sırlarını veya tamamen dünyasal bir yaklaşımla baktığı Dünya hayatına farklı bir gözle bakıp onun içinde gizlenmiş olan tanrısal sırların hepsini görmeye başlar. İşte Ali’nin neden şeriatte (yani birinci kapıda), Aslan iken, en sonunda yani en üst kapıda (hakikat kapısında) Allah olduğunun sırrı budur. Çünkü O, yani Ali, Şeriat ve Tarikat kapılarında iken, doğayı, insanı, uzayı ve de Tanrıyı, ona Hakk-i-kat ilmi sözleri ile anlatacak boyuta-frekansa kapıyı açmamıştır daha. Dolayısıyla bu evrensel bilgilerin içeri girişi mümkün değildir henüz.

Bunun mümkün hale gelebilmesi de ancak Ali’nin eğitim alarak Şeriat okulunu bitirip Tarikata, Tarikatı bitirip Marifete ve oradan da Hakk-i-Kat’e ulaşması ile mümkündür.(Süleyman Diyaroğlu)

12 er
«Bu bilgi hazinesine giden kapının kilidi Ali’dir ve işte bu bilgi Ali yoluyla On İki İmam’a da intikal etmiştir. Kadim anlayışın tevil yoluyla İslam diline aktarılmasıdır bu.

Bu bağlamda, Ali isminde cisimleştirilen nitelikler, bütünüyle Teklik’e veya aynı bağlamda evrene, evrensel gerçekliğe ait vasıflardır ya da ona ait onda varolan kendinin bilgisidir. Bu bağlamda da, 12 imam’da cisimleştirilenler de aynı özelliklerdir. Bu özellikler, birçok nefeste dile getirilmiştir.
Buna Göre Ali:

1– Doğuş’tan öncesi varoluşa ilişkin bilinmeyen bütün bilginin tek anahtarıdır.

2– O bütün eski ve yeni çağların ve yne bu bağlamda bütün eski peygamberlerin ve yeni peygamberlerin tek sahibidir. Veliler ve imamlar çağının da tek sahibi odur. Bu nedenle; “Ali evveldir, Ali ahir.”

3– Eğer doğuşla gerçeklik kazanan bütün çoklukta o olmamış onun adı her şeye yazılmamış olsaydı hiçbir şey teklik çarkı içinde olmayacak ve ona bağımlı olmayacaktı.

4– Var olan Varlık’ın Üç kuvvetinden biri de Muhammed’dir ve Muhammed’deki bu gerçekleşme nedeniyle, onun nurundan nurlandıkları için bütün Peygamberlerin peygamberlikleri gerçeklik kazanmış ve onlar peygamberliklerini kanıtlamışlardır. Ancak bunun tek tanığı vardır, o da Ali’dir. Çünkü Ali, Muhammed Mi’rac‘a gittiğinde de orada Muhammed’e görünendir ve o’na “90 bin kelamı bildiren”dir. Kızılbaş Alevi dilinden Muhammed’e söylettirilen “Ben ilimin şehriyim Ali onun kapısıdır” sözün anlamı budur.

5– Ali tüm doğarak gelmiş olan varlıkların tek hakimidir. Çünkü o hem Üç’tür ve bu bağlamda her varlıkta varolandır; hem de bütündür ve tektir. Bu haliyle de bütün varlık ona bağlıdır, onda yok olma hareketi içindedir. Onun etrafında bir çark düzeni içindedir.

Pir Sultan‘ın;

“Ay Alidir Gün Muhammed
Üç yüz altmış altı sünnet
Balıklar da suya hasret
Çarka döner göl içinde”

dediği işte bu haldir. Bu nedenle iyi ve kötü, cennet ve cehennem arasındaki köprü ve köprüden geçişin anahtarı Ali olacaktır. Ali, cümle varlığın iradesinin toplandığı hazinedir. Hakk’tan gelip Hakk’a gitme olarak betimlenen çark düzeninde, çark içinde hangi varlık’ın nasıl ve ne şekilde doğuş yapacağını o belirlemiş ve yazmıştır. Bu yazıların saklandığı (Levh-i Mahvûz), muhafaza edildiği yerdir, makamdır Ali.

Bu sıralamayı alabildiğine çoğaltmak mümkündür. O çokluk doğmadan önce Var olan Varlık’ın yüreğidir, onun kendi varlığının tek kanıtıdır ve ispatıdır. Onun sözüdür. O dildir onun yazısıdır. O’nun okunacak kitabıdır. O göğün gürültüsüdür, o çakan şimşektir, yağan yağmurdur, kardır, berekettir, rızktır ve nihayet O; MürTeZa’dır; yani, doğan ve doğuran tek iradedir.

Yoğ iken ol dem zemin ü asüman ı kün fekan
Gün gibi ruşen olan envar sensin ya Ali.
Görünen miraç içinde enbiyalar şahına,
Suret-i Rahman olan didar sensin ya Ali.

Ali’ye ilişkin bu betimlemeler, Varlık’ın “doğuşu” yoluyla kendini gerçekleştirmesi anlayışı bağlamında, sırayla hem üçlük olarak hem de tek tek olarak on iki Nur’da gerçeklik alanına çıkmıştır. On iki Nur ise, Ali yoluyla onun evlatlarında cisimleştirilmiştir. Bu temelde her imam, Ali’ye atfedilen bu özelliklerin bir veya birkaçını kendinde toplamaktadır.

Bu yolu kurmuşlar Muhammed Ali, Hakk bilene Hakk’ın erkânıdır bu. Münkirler giremez demeden beli, Sadıklar girer, er meydanıdır bu.

Bu yolu kurmuşlar Muhammed Ali,
Hakk bilene Hakk’ın erkânıdır bu.
Münkirler giremez demeden beli,
Sadıklar girer, er meydanıdır bu.

Hasan ile Hüseyin sevdiği budur
Zeynel Abidin’in gördüğü budur
İmam Bakır’ın gösterdiği budur
Caferi Sadık’ın imanıdır bu

Musa-i Kazım’dan ayrıldı bir şah
Son meyvası pirim Bektaş Veliyullah
Rum’u irşad eden ol güzlü mah
Ayin-i cem’in Şah-ı Merdan’ıdır bu.

Aşıklar sadıklar buna yederler
El ele verdiler, Hak’ka giderler
Erler meydanında semah ederler
Aşk’a düşenin dermanıdır bu

İmam Ali, Taki’ye Naki’ye verdi
Ali Naki, Askeri’ye bildirdi
Muhammed Mehdi de bu sırra erdi
Muhammed Ali’nin devranıdır bu

Dahası da var. “Ali” ya da “12 imam” betimlemeleri, Kızılbaş felsefesinde birer şifredirler. Evrensel kuvvet veya kuvvetleri simgelemektedirler. Din ve din karşıtı dogmatiklerin anladığı gibi burada ne “İslamın Ali”si kastedilmekte ne de ona bir tapınım ifade edilmektedir. Kızılbaş anlayışında söz konusu evrensel kuvvetler, genel olarak insanda cisimleştirilerek anlatılmakla birlikte, zahiren eril ama batınen dişildirler. Çünkü Kızılbaşa göre evrensel kuvvetlerin en somut gerçekleştiği ve bilince çıkarıldığı vücut, İnsandır. İnsan aklıdır. İnsan evrenin ve evrensel aklın gerçekleştiği bir özettir. Evrende ne varsa ve nasıl işliyorsa insanda da o var ve öylece işlemektedir. “İnsan Hakk’ta Hak İnsanda” demenin anlamı da budur ve bu anlam evrenseldir. Ve hem de kadim(en eski)dir.

Dogmatikler ise Kızılbaşı, “Allahı insana benzetmekle” suçlamaktadırlar. Benzetişi “Kuvvet” olarak değil de “Sûret” olarak anlamaktadırlar. Anlam/Kavram Ali’yi, Kızılbaşın verdiği anlamdan uzaklaştırıp saptıran da aynı kafadaki yol erkân düşkünleridir. Gerçi, yukarıda Ali bağlamında anlattıklarımız genelde Kızılbaş düşüncesiyle ulaşılan açıklamalardan çok, Şah Hatayi’den bu tarafa oluşturulan, kısmen islami ilahiyat anlayışıyla bulaşık halde olan açıklamalardır. Bu gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu temel yapı ya da anlayış bilince çıkarılmazsa, ya da en azından konular bu düzeyde ele alınıp, nedir ne değildir kavranılmazsa, bir cehalet, bir kör dövüşüdür sürüp gider.“Biz Müslüman mıyız, değil miyiz, yol muyuz, mezhep miyiz, yok dinliyiz yok dinsiziz” kavgası yol evlatları arasında devam edip gider. Netleşmemiş bir çokluk yapısının, Bir’liğe ulaşması mümkün olmaz.

Akşamlara dek bir amentü gibi “Sevgi bizim dinimidir / Başka dine inanmayız” de dur; içindeki, senden farklı bir şey ifade edene, duyduğun öfkeyi bir yana atamazsan, o kine dönüşür zamanla. Orada sevgi ölür. Kötü egemen olur. Nefs egemen olur. Benlik kavgası, yol insanının dini imanı haline gelir. Böylesi bir çoklukta “Bir” olmaktan, “diri” olmktan, “iri” olmaktan söz edilebilir mi? » (Haşim Kutlu)

Language-Distribution

«Varoluş felsefesinde O’nu idealizmden materyalizme çeviren “Vahdet-i Vücut/Vahdet-i Mevcut” gibi tasavvuf aşamaları, Alevî-Bektaşî inancının toplumsal halk dini olmasını sağlamıştır.

Vahdet-i vücut’daki Kâmil İnsan yaratma aşaması, Vahdeti Mevcut’da Kâmil Toplum ve toplumlar yaratmaya dönüşür.

“Canlı-Cansız Doğayı” tanrısal özün görünüşüne çıkmış biçimi olarak görmek, aslında Tanrı’yı “nesnelerin toplamı” biçiminde algılamanın değişik anlatımından başka birsey değildir.

İnancın kâmil insanda tekleştirilmesi, bu birliğin de “Tanrı-evren-insan” birlikteliğinden oluşması kadar güzel bir inanç olamaz. Ayakları yere basan bir tanrı inancı tek tanrılı dinlerde yoktur, bütün kıyımlar da bundan dolayıdır.

Alevilik evrende elle tutulan, gözle görünen bütün maddesel örtüyü tanrısal özle birleştirerek tekleştirmiştir. Alevi inancı tanrıyı kâmil insanın gönlüne sokmuştur. Tanrıyı toplumdan kopuk hükmedici konumundan alıp ete kemiğe büründürerek gerçek yaşamın içine sokmuştur.» (Esat Korkmaz)

Derleme: Şahin Kaya

thoth_hermes_mercury1

Turna Kuşu Suretinde Bir Mürşit

Aşıp, aşıp karlı dağlar gelirsin
Gelişin nerden yalınız turnam
Ben bilirim bizim elden gelirsin
Bir kelam söylesin diliniz turnam

Ağlamışsın gözün dolu yaş ile
Uğramışsın zemherinin kışına
Alıcı kuşla turnam senin işin ne
Gayrı yaman olur halımız turnam

Gel ağlama gözyaşını sileyim
Ne derdin var ise ben de bileyim
Yalnız kaldı isen yoldaş olayım
Daha çok uzak mı yolumuz turnam

Ezoterik öğretiye göre; tüm zamanların en ulu bilgesi Hermes, günümüzden 16.000 yıl önce kayıp kıta Atlantis’ten, Mısır’a göç ederek burada Nil Deltası’na yerleşti. Eski Mısır’da Hermes, Toth adı ile biliniyordu. Sümerliler ona Ningşzidda dediler. Yunanlılar, onu kendi tanrılarından ayırmak ve üç ayrı yüceliği ile (yüce kıral, yüce mürşit ve yüce erkân kurucusu) birlikte anmak için ona üç kere yüce Hermes anlamında ‘Hermes Trismegistus’ ünvanını verdiler. Batinî gelenekten gelen Musevi Kabalacılar, Hermes’i Yaradılış kitabının gökyüzüne çekilen gizemli peygamberi Enok ile özdeşleştirdiler. Hermes, Kuran’da adı geçen İdris Peygamber’dir.

Hermes eski dünyada, ulaşılmaz bilgeliğinden ötürü zaman içinde peygamberlik, kimi zaman da tanrı mertebesine yükseltilmiş, insanlığın belleğinde silinemeyecek izler bırakmış efsanevi bir ermişti. Eski Mısır’da astronomi, mimari, geometri, tıp ve teoloji konularında tüm bilgilerin Hermes’e indirildiğine inanılırdı. O, terzilerin piriydi. İlk elbiseyi o dikmişti. Hermes yazının efendisiydi. Kutsal sembol yazısı hiyeroglifi o bulmuştu. Hermes, Eski Mısır’da tapınaklarda ve piramitlerin gizli odalarında turna kuşu suretinde bir yazıcı olarak tasvir edildi. Mısır’ın ünlü ‘Ölüler Kitabı’nda Hermes ‘ilahi sözün efendisi ve ilahi sırların sahibi’ olarak tanımlanır.

‘İlahi Söz’ün efendisi Hermes ve Hermes’in öğretisine ev sahipliği yapan İskenderiye şehri ile Anadolu Işık insanları arasında, erken Hıristiyanları ve Hıristiyan Kilisesi’ni kendi siyasi çıkarları doğrultusunda biçimlendiren Bizans’ı son derece huzursuz, tedirgin ve rahatsız eden gönül bağı, dördüncü yüzyıl ve öncesinde yaşanmış ve sona ermiş geçici bir aşk hali değildi. Akdeniz’in iki yakası arasındaki bu sıcak köprü, tüm zamanlarda var oldu.

İlahi sözAlevi/Işık terminolojisinde; gerçeğin sesi anlamına gelen ‘Hakk’ın Nidası’ ya da, ‘Yaradan’ın sözü’ olarak sadeleştirebileceğimiz ‘Şah’ın Avazı’ deyimleri ile ifade edilir. ‘İlahi söz’ün efendisi Nil deryasının ulu bilgesi, Turna Kuşu sureti ile tasvir edilen Hermes’in (İdris Peygamber) öğretisinin Anadolu’da Alevi sözlü geleneği içinde hâlâ saygın bir yeri vardır. Hemen her yetişkin Alevi insanının ezbere bildiği, Pir Sultan Abdal’a atfedilmiş ünlü Alevi nefesi, Alevi erkânı içinde ona karşı beslenen hürmetin belirgin bir yansımasıdır.

Hazreti Şah’ın avazı,
Turna derler bir kuştadır.
Asası Nil Deryasında,
Hırkası bir derviştedir.

Alevi terminolojisinde Turna kuşu, Hermes’in kendisini ifade eder. Asa yer belirtir, kişinin asasının bulunduğu yer mekânının olduğu yerdir. Bir kişinin hırkasını giymek onun yolunda olmak, onun düşünce ve inancını paylaşmak demektir. Yukarıdaki simge dili ile söylenmiş dizelerde, İlahi kelâmın Hermes tarafından seslendirildiği, Hermes’in yurdunun Nil deltasında olduğu, ancak onun Anadolu’da bir derviş tarafından temsil edildiği ifade edilmektedir.

İlahi söz’ü yeryüzünde ilk dile getiren “irfan kuşu” olarak Alevi sözlü geleneğinde ve Alevi ritüellerinde sık sık karşımıza çıkan Hermes/İdris peygamber, Mısır ‘Ölüler Kitabı’nda ‘ilahi sırların sahibi’ olarak da tanımlanmıştır ki, İdris peygamberin bu niteliği Alevi sözlü geleneği içinde de karşımıza çıkar.

İdris nebidedir hakikat sırrı
Işk-ı faş eyleyip, kudretin narı
Nuh Naci’de gezip kuh-i deryayı
Ol demde bildi Haydar-ı kerrari

Turna kuşu simgesi, Aleviler’in Hermes’e karşı beslediği saygının ve binlerce yıldan bu yana, ona karşı sadakat ile sürdürdükleri bağlılığın ifadesi olarak her zaman Alevi ibadetinin ve Alevi günlük yaşamının içinde olmuştur. Alevi ibadetinin esası ve bütünü olarak niteleyebileceğimiz Alevi Ayin-i Cem’ini görsel bir şölene döndüren, evrendeki en büyükten en küçüğe tüm nesnelerin sonsuz döngüsünü stilize eden Alevi semahların en çok bilineni Hermes’in ismi ile anılır. Turnalar semahı, adını ondan almıştır.

Alevi sözlü geleneği Aleviliğin kutsal kitabıdır. Alevi sözlü geleneği içindeki dizeler birer “İlahi Söz”dürler. Ahmet Edip Harabi, Alevi sözlü geleneği içinde yer alan dizelerin Aleviliğin kutsal kitabı olduğunu şu dizeler ile ifade eder.

Bu ana değin ta kalü beladan
Haberimiz vardır her maceradan
Harabi’ye ihsan olmuş Hüda’dan
Okuyoruz işte kitabımız var

Alevi ibadetinde, Alevi Ayin-i Cem törenlerinde ‘İlahi söz’ün yeryüzüne taşınmasına dedenin/zakirin ‘bağlama’sı aracılık eder. Alevi ibadetinin ayrılmaz parçası olan ve Aleviler arasında ‘telli ayet’ olarak da isimlendirilen bağlama ‘İlahi söz’e ses verendir, yere indirendir. Bu yüzden Aleviler ‘İlahi Söz’ü dile getiren bağlamanın sesinin ‘Turna Kuşu’nun (Hermes’in) sesi olduğuna inanırlar.

turnalar

Alevi nefeslerinde İlahi söz, turna kuşu ve bağlama birbirleriyle öylesine iç içe geçmişlerdir, birbirlerinin içinde öylesine erimişler, kaybolmuşlardır ki, bu üç sözcük adeta aynı öznenin farklı seslerle söylenişleri haline gelmişlerdir. Alevi dedesi sazı eline aldığında ‘ilahi söz, Turna kuşu ve bağlama’ aynı kelimenin içinde tek vücut olurlar.

Sazım sana yad düzen mi kurdular
Tellerini haddeden mi süzdüler
Yad el değip perdelerin bozdular
Sarı turnam sinen parelendi mi

Sana kelam söyler davudi diller
Şu senin sevdana maildir eller
Göğsüne takayım alışkın teller
Sarı turnam sinen parelendi mi

Beş perdeden çalınıyor bağlama
Esip firgat ilen sinem dağlama
Bulam ustasını canan ağlama
Sarı turnam sinen yaralandı mı
(Hekimhanlı) Aşık Esiri

***

Turnam gelir bizim elden
Yeni kalkmış Ağırgöl’den
N’olur konuş bizim dilden

Üç telli, dört telli, beş telli turnam
Sen olmaz isen buralarda durmam
Sen olmaz isen ben sensiz olmam
(Davut Sulari)

***

Sazım bu sesleri Turnadan mı aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma
(Aşık Veysel)

Ulu Mürşit Hermes’le aralarındaki gönül bağı, Alevi inanışının üzeri zarif bir gizemle örtülmüş asli tutkularından biridir. Üç kere yüce Hermes, Alevi erkânı içinde her zaman var oldu. Onun Alevi inanışı içindeki sembollerle korunmuş varlığını ancak bu sırra vakıf olanlar, ‘gözlüler’ anladılar. Görmezler onu bir uçar kuş sandılar.

Aleviliğin Kökleri, Erdoğan Çınar, Kalkedon Yayınevi, (ss.191-196)
aleviligin-kokleri

Hayy’dan Gelip Hu’ya Gitmek

Gerçek varlık O
Gerçek yokluk da O
Yaratan da yaratılan da O’dur
Her varlığın kendisidir.
Yüce hak ve çirkin batıl O’dur
Deha düşüncenin kendisi ve aptal hurafenin aynısıdır.
Zihinde parlayan düşünce ve kaybolan kuruntu ile şaşkın hayal O’dur
Mümin O, kafir O’dur
Katıksız muvahhid O
Putperest müşrik O’dur
Hareketsiz cansız O
Keskin duyarlı canlı O’dur
Arşın altında secde eden melek O
Cehennemde yanan şeytan O’dur
Gözyaşları dökerek tesbih eden rahip O
Günahlarıyla genel evini ayağa kaldıran zani O’dur
Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan rahibe O
Etini budunu satarak geçinen
Ve çıplak vücut için yaşayan fahişe O’dur
Aydınlığıyla alemi kuşatan ışık O
İnleri korku ve dehşetle dolduran koyu karanlık O’dur…

(İbn’Arabî, Fusûsu’l-Hikem: 80)

İbn’Arabi’den aktardığım dizeler varlığın tüm sırrını ortaya koyuyor aslında; ama küçük bir farkla. Şiirden de anlayacağımız gibi, ve bizim nasiplenmelerimizden de yola çıkarak, Hakk asla her şeyin başlangıcı değildir; her ne kadar o Allah ile de aynı şey olmasa!

Arabi; “Yüce Hakk ve çirkin batıl O’dur” derken Hakk’ın batıl ile birlikte tüm diğerleri gibi “O”ndan bir parça olduğunu söylüyor aslında! “O”ndan, yani Anadolu Aleviliğinin en büyük sırrı olan “HU”dan. (Bu arada, Tasavvuf ile Anadolu Aleviliği arasındaki en büyük fark Tasavvuf’un yaratılışı Allah ile başlatması ve dolayısıyla en üst boyut olarak Allah’ı kabul etmesi, Anadolu Aleviliğinin ise bunu “HU” ile başlatıp en yüceye İNSAN’ı koymasıdır!!!)

Bu söylediklerimizi yazdığımız bir şiirde şöyle dile getirdik:

BEN Kİ

“HU”; tanımlanamayan, sırrına erilemeyen, sırrına erilemediği için de “O”na bir isim ile hitap edilemeyen demektir! “O”; kim ‘O’nu nasıl tanımlarsa ‘O’dur!

Bakın bir başka şiirimizde bu boyutla ilgili nasiplenmelerimizİ nasıl dile getirmişiz:

Koca Kâinat’ı Yok Etmecesine

Bak aşağı aleme bebek
Görmek ve bilmek için
Seni bekleyen yazgıyı.
İn Yer küreye bebek
İn ve gör
Bir koca alem olan senin
O küçücük bedene
Nasıl sığdığını.

Ve kullanarak Adem’i
Yani
Dünya’daki bedenini
Takip et ayak izlerini
Geçmişe doğru
Çözmek için yaşamın
İnsanın
Ve sen olan tanrının
Tüm sırlarını.

Ne zaman ki yaşamdan,
Kainat’tan
Ve hatta senden
Hiçbir iz kalmaz geride
İşte o zaman bil ki
Çıkmışsındır en yücelere
Yani “O” “Esas Hiçlik”e.

Çünkü
Ancak o zaman
Olacaksın şahidi
“O” sırrın
Yani
Yaradan ile senin
Aslında “1” olduğunun.

Ama bil ki
Varmadan önce “Hakk’a
Ve sonrasında da “O”na
Sınayacaktır seni
Senin kendi öz bilincin.

Ve unutma ki
Sır-at köprüsü denen
O son imtihan noktasında
Karşına çıkacak sınavlar
Senin kendi yarattığın
Korkuların olacaklar
O korkular ki
Bazen
Muhammet’in aslanı
Bazen de
Bir başkasının yılanıdırlar.

Ama korkma
Devam et yoluna
Çünkü ancak o zaman
Ulaşabilirsin Hakk-i-Kat’a
Yani
Sondan bir öncekine!

Ve
Ne zaman ki varırsın Hakk’a
Yani ışıklar içindeki sana
İşte o zaman “1”leş kendinle
Yok etmek için
Kalan son “2”liği de!

Ve
Yok ederken
Kalan son 2 bedeni de
Müthiş bir patlama olacak
Kulakları sağır edercesine
Müthiş bir patlama
Koca Kainat’ı
Bir anda yok etmecesine…!

Diyar der ki;

Sonrası
Işığı bile gizleyen bir karanlık
Tunami Siyahı denen
“O” “Esas Hiçlik”te
Ve sen de artık sadece
Bir düşünceden ibaretsindir işte..!

Anlatması da anlaşılması da zor olan ve ancak yaşanarak anlaşılabilecek olan bu boyut bilimin teknoloji yoluyla asla ulaşamayacağı bir boyuttur. Ulaşamayacaktır çünkü “O” her ne kadar “Var”sa da ancak “Yok” olmak ile ulaşılabilir (!?) İşte “Ölmeden ölmek” denilen budur.


Budizm ile Anadolu Aleviliği arasındaki fark;

Budizm yüz yıllarca yağmur yağmamış bir çölün ortasına oturup ıslanmadığını söylerken, Anadolu Aleviliği okyanusun en derinlerine dalıp kupkuru çıkmak gibidir. İşte bu yüzdendir ki Anadolu Aleviliği için “En yüce ibadet çalışmaktır.” Çünkü o insanla ve yaşamla iç içedir. Bu da onun her türlü tehlikeye karşı hazır olmasını zorunlu kılar ki asıl imtihan da budur; yoksa hayattan kopup yüz yıllarca yağmur yağmamış bir çölün ortasında oturup “Ben asla ıslanmam” iddiasında bulunmak değil!

Sonsuz sevgiyle…

Süleyman Diyaroğlu
diyar

Sır Ali – Fer Ali

Sır Ali

Dinler tarihinin bize bildirdiği 6 büyük melek vardır: Cebrail, Mikail, Azrail, Refail, Azazil ve İsrafil. Cebrail, kelime anlamı olarak Tanrı’nın egemenliğini ifade eder. Ancak bu egemenlik hükümranlık şeklinde değil varoluş anlamındadır. Cebrail aynı zamanda, Alevi inancına göre “Sır Ali”nin de kendisidir.

Mikail, melekler taifesinin reisi, baş melektir.
Azrail ölümü haber veren, can almaya gelen melektir.
Refail, Tanrı’nın sağlık işleri ile ilgili görevlendirdiği melekler grubunun başıdır.

Azazil ise toplum tarafından Şeytan olarak bilinen melektir.
Ve İsrafil. İnanılması zor ama İsrafil kıyamda düdük öttürecek (Kur’an’da “Sur’a da üflenmiştir” şeklinde verilen bilgi) olan melektir!!

Peki neden inanılması zordur? Cevap, aslında gören gözler için o kadar aşikârdır ki!! Adı geçen meleklerin isimlerini dikkatlice incelerseniz tümünde var olan ortak bir şifre bulacaksınız;

Cebr-Ail
Mik-Ail
Azr-Ail
Ref-Ail

Bu düzen sadece İsrafil ve Azazil melekler tarafından bozulur.

İsr-A(f)il
Az-A(z)il

Peki, düzeni bozan ve kıyamda üdük öttürecek olan meleği düzene sokarsak, yani düzeni bozan “f” harfini çıkartırsak geride kalan kelime ne olur?! İsrail!!!

İnanılması zor ama gerçek budur. Bu gerçeklik içinde en çok akıl karıştıran ise düzen bozan “f” harfinin gizidir. “F” harfi neyin ifadesi olabilir? Bunu şimdilik cevapsız bırakalım ve biz asıl tüm meleklerde gizlenmiş olan başka bir sırra bakalım.

Adı geçen meleklerin isimlerinin sonunda var olan “Ail” harflerini bir şifre kabul eder ve onun üzerinde biraz değişiklik yaparsak acaba ne elde ederiz?!? Hadi gelin ortadaki “i” harfini sona atalım ve ortaya çıkacak olan kelime nedir beraberce görelim; ALİ! Evet, gerçekten ilginç! Anadolu Alevilerinin gizli inancına göre Tanrı’nın kendisi olan ve aynı zamanda melek Cebrail enerjisi de olan Ali, gerçekte isim almış tüm meleklerdeki ortak şifredir. Ve bunu sadece İsrafi bozmaktadır!! Hani şu kıyamette düdük öttürecek olan melek!! Eh tevekkeli değil böyle bir görev ona verilmiş!!! İlahi düzeni bile bozduğuna göre?!

Bu durumda ortaya şöyle bir gerçeklik çıkmıyor mu peki? Bütün meleklerin içinde aynı şifre gizlendiğine göre, ki bu şifre “Ali“dir, bütün melekler gerçekte Ali enerjisinden yaratılmıştır!!!

Bu mantık Anadolu Alevileri için doğal bir geçerliliğe sahiptir, çünkü onlar için Ali zaten her şeydir.

Alevi Felsefesinde Cebrail’in de kendisi olan Ali bakın Cebrail olarak Alevilikte nasıl anlatılmış!!!

Adem kubbe idi kubbe o idi
Cihan ne deryaydı ne de su idi
Evvel ahir dünya gene bu idi
Ahmak buna özün yorsa ne fayda.

Cebrail kırk bin yıl havada döndü
Çok vakit Allah’ı gaipte bildi
Görünce bir kubbe üstüne kondu
Sen sensin, ben benim derse ne fayda.

Fedaî‘nin uzun şiirinin bu iki dörtlüğü Alevi felsefesinin en büyük sırlarından birini, bizim de biraz önce vurgulamaya çalıştığımız gibi, açıkça ortaya koymaktadır. “Hak Adem’dedir” diyerek, inanılmaz bir sırrı da ortaya koyan bu Kozmik Felsefe Fedaî’nin kelamı ile aslında şunu ifşa etmektedir: Cebrail’in üstüne konduğu “kubbe” Ademden başkası değildi!? Yani Cebrail adı ile anılan melek, aslında Adem bedeni ile vücud bulmuş ve diğer tüm büyük meleklerle beraber Adem denilen bu bedene hayat kazandırmış olan gizemli tanrısal enerjilerden biridir.

Burada ilginç olan, garip bir şekilde, toplum bilincinin dışında kalmış bir ayrıntıdır. Genelde 4 büyük melek olarak bilinen bu yapının içine beşinci melek olan Refail hiç konmaz, hatta varlığı dahil çok ender bilinir.

Fer Ali

“Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil, Refail ve Azazil: tüm bunlar, Adem denilen bu bedende vücut bulup insanı var eden tanrısal güçlerdir”

Dinler tarihinin (İsa misyonu hariç), Tanrı’ya kul olan Adem’i korkutarak eğittiğini ve hemen bütün yasaların cezalar ve yasaklarla şekillendiğini hepimiz biliriz. Geleneksel dinlerin tümü ölüm ve sonucunda gerçekleşecek olan yargılama ve bedel ödeme üzerine kurulmuştur. Cezalar, yasakla ve yargılama üzerine kurulmuş olan bu inanç sistemleri içinde sağlık ve yaşam anlamına gelen Refail meleğin neden hatırlanmadığını ve bilinmediğini anlamanız çok da zor değildir!!!

Oysa Refail adlı melekte ve onun isminde sırlanmış olan bir başka gizem vardır ki, tüm yaşam anlayışı ölüm ve bunun sonunda hesap verme üzerine kurulu olan Adem’in neden bu meleğin varlığını unuttuğunu çok da güzel açıklar…

“Bir Ali 18000 aleme bir geldi (Ali’nin “Bir” ile ifade edilişine dikkat edin.) 18000 alem mevcudatın kendisidir. Hak-i-Kat maneviyatta ruh, mevcudatta topraktır. Ruh, “Hak”kın kendisidir ve Hak ademdedir.”

(…) Ref-ail, tersten okunduğunda Fer yani IŞIK-ALİ şifresini veren inanılmaz bir yapı ortaya çıkartır. Ali‘nin “IŞIK” hali, Sonsuz Yaradan’ın Varlık Alanına ilk Südur ettiği, O’nun, Hak olarak ifade bulduğu ilk haldir. O, “Hak Boyutu”nun tek patronu, tüm Kâinatın yaratıcısıdır!! Muhammed’in Miraç’ta Allah makamında gördüğü “ALİ” işte bu “Ali”dir.

İsim kazanmış olan yegane melekler olan bu 6 büyük melek Ali şifresi ile ifade bulurken (sıfat ile kimlik kazanan melek Şeytan’da Ali şifresinin olmamasına dikkat), aynı yapıyı diğer bazı inanç sistemleri bakın nasıl vermiş:

«Eski Ahit’te Musa’nın Yaradan’a verdiği isim YHVH sessiz harfleri ile kayda geçmişti. Teologlara göre bu harfler Musa’nın ilk defa karşılaştığı Yaradan’a kim olduğunu sorması üzerine Yaradan’ın verdiği “Ben, ben olanım” karşılığının İbrani dilindeki baş harfleridir. Bu sessiz harflerden meydana gelen bu akrostiş kelime “Yahova” olarak telafuz edilir.

Eski Ahitte her kelimenin mutlaka anlamı olmasına karşılık bu kelimenin İbranice bir anlamı yoktur. Üstelik bu kelime Yaradan’ın adıdır. Bu kelimenin anlamını Eski Ahit’in yazıldığı dil olan Mısır dilinde aradığımızda karşımıza ışık aracılığı ile yeryüzünü yaratan “Işığın Tanrısı” çıkar.

Yahu” Eski Mısır dilinde Işığın Tanrısı‘na verilen ad idi. “Va” sözcüğü ise Mısır dilinde bir ve tek olan anlamında idi. “Yahu-va” bir ve tek olan ışığın Tanrısı anlamına geliyordu.

Mu inanışına göre ışığın Tanrısı bir ve tek idi… Buradaki tanımlama ışığı Tanrı olarak betimlemiyor. Burada tanımlanan “Işığın Yaratıcısı” olan Tanrı’dır (ki bu ifade Alevilikteki “Kandilde olan Ali” tanımlamasıyla kesinlikle aynı değildir- S.D)

Yuhanna İncilini kaleme alan Saint Yuhanna Ön Asya erken Hristiyanları tarafından okunan birinci mektubunda şöyle sesleniyor: “Mesih’den işittiğimiz ve şimdi size ilettiğimiz bildiri şudur: Tanrı Işıktır. Gerek mektuplarında gerek incilinde, Yuhanna; “İsa’nın başlangıçtan beri Tanrı ile birlikte bulunmuş, beden alıp aramızda yaşamış olan ‘Tanrı sözü’ olduğunu” söyler. (Ki bu tanımlama “ışığın Tanrısı” tanımlamasından çok daha uygundur Alevilik Öğretisinde-S.D.)» (Aleviliğin Gizli Tarihi-Erdoğan Çınar)

Bakın sevgili Çınar‘ın kitabında anlatmaya çalıştı bu yapıyı Hataî nasıl ortaya koyuyor:

Bir zaman Hak idim Hak ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim

Aynı İlahi yapıyı Harabî ise dizelerine aşağıdaki gibi taşımış:

Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içinde fitil oluruz
Hakk’ı göstermeye delil oluruz
Bakar kör olanlar görmez bu hali

Yahuva’nın “Işığın Tanrısı” kavramı, parantez içlerinde belirtmeye çalışıtığımız gibi, Alevi felsefesine kıyasla Hak-i-Kat’in yapısından hala uzaktır. Yuhanna’nın İsa peygambere dayandırdığı “Tanrı Işıktır” sözü ise Alevilikteki “Vahdet-i Vücud” kavramının mutlak karşılığını oluşturur. “Tanrı Işıktır; ve Işık da her şeydir” olarak da ifade edilebilecek olan bu yapı, “Esas Hiçlik Boyutunda” kendisini ifade etmemiş halde bulunan Sonsuz Yaradan’ın, var olma alanına çıkmasıyla ve kendisini ifade etmesiyle oluşan yapıdır.

Bu yapının tüm sırları Alevilik tarafından Ref-Ail (Fer-Ali) yani “Işık Ali” ifadesinde gizlenmiş, Tanrı-İnsan kavramı ile de ifşa edilmiştir.

Ve işte tüm bu makamlar, Tanrısına kul olma rahatlığını yaşayıp, ilahi sorumluluktan kaçmak isteyen ve kendini Adem bilincine mahkum etmiş olan varlıklar için taşınılması imkânsız olan yüklerdir. Ve bunun için de, taşıyamayacakları yükleri almamak ve bu yüklerden uzak durmak için Adem bilinci, Ref-ail yani Fer-Ali yani IŞIK-ALİ bilgisini adeta tamamen hafızasından silmiştir!!! Silmiştir çünkü, cevabını veremeyeceği, açıklamasını yapamayacağı ve onun bilinç dengesini bozacak böylesine yüce bir sır ile yüzleşmeye hazır değildir henüz…

(…) Adem denilen bu aracı kullanan (ki Adem’in Alevilik felsefesinde sıradan bir kalıp veya beşerden başka bir şey olmadığını unutmayın lütfen) ve 6 büyük melek isminde gizlenmiş tanrısal ve gizemli ALİ şifresi ile donanıp insan vasfını kazanan varlık, bu Dünya’da, evrende ve tüm Kâinatta meydana gelecek bütün olayların tek ve yegane sorumlusudur. Çünkü “Işık Ali” Sonsuz Yaradan’ın ışık ile ifade bulduğu ilk yapının zaten kendisidir ve bunun içindir ki Hak Adem’dedir ve “Sırr-ı Hak-i-Kat’te Ali’den başka Allah yoktur“!!!

Eğer başlayacak bir kıyamet varsa onu başlatacak olan melek İsrafil de ondadır; Tanrı adına “varlık anlamında” hükümranlık yapacak Cebrail de ondadır; yani Ali denilen ve Tanrı’nın en yüce şifresi olan Kâmil İnsan’da.

Hak Adem’dedir ve Ali’den başka da Allah yoktur!!!

(Süleyman Diyaroğlu, Alevilik Batınilik Ezoterizm, Tanrının Gizli Dili, His yayınlar, 3. Baskı, ss.82-89)

Sirius’un Gizemi

Biz kudret Okunda gizli Yaydanuz

Afrika kıtasının balta girmemiş ormanları içinde, uygar dünya ile ilk kez tanışan bir kabile bulundu yıllar önce, Dogonlar. Diğer tüm yerli kabileler gibi, inanılmaz bir ilkel topluluktu Dogon Kabilesi. Yarı çıplak yaşayan, avlanan, tarımla beslenen ve kendi yaşadıkları yerden başka hiçbir yeri bilmeyen bir ilkel topluluk; ama Sirius Yıldızı hariç!!!?!

Bu ilkel Afrika kabilesi ile iletişim olanaklarını geliştirdikçe ve taş devrini yaşayan bu insanlarla ortak dili oluşturmayı başardıkça, uygar batı toplumunun şaşkınlığı her geçen gün biraz daha artıyordu. Çünkü Dogonlar, o güne kadar Batı toplumunun da haberdar olmadığı ve henüz keşfedemediği bir yıldız ile ilgili (Sirius B) inanılması zor ve ayrıntılı bilgi vermekte idi. Dogonlar bu yıldızdan dünyaya gelen varlıkların Dünyaya 22(!!!) gemi ile geldiklerini, Dünyadaki yaşamı onların başlattığını ve bunu yaparken de sadece 1 çift insan değil (Adem-Havva) 4 çift prototip insan bıraktıklarını söylemekteydiler!!!?

Siriustan gelen Tanrılar “Nommo”lar idi. “Nommolar”, Sirius B’nin müthiş ağır, görülmesi mümkün olmayan, çok küçük ama aynı zamanda inanılmaz güçlü bir yıldız olduğunu söylemişlerdi Dogonlar’a. Onlara göre modern bilimin ancak yeni keşfedebildiği gibi, Sirius A ve B’nin yörüngesel hareketi aynen insanın DNA’larının temel hareketini andırmaktadır!!!? Sirius (Yıldız) sistemi Dogonlara göre, evrenin eksenini oluşturmaktadır ve tüm madde ve ruhlar, bu iki yıldızın spiral (helezoni!!!?) hareketleri neticesinde yaratılmaktadır!!!

Ve bekli de en önemlisi, Dogonlar üçüncü bir Siriustan, Sirius C’den bahsetmektedirler ki, modern astronomi bununla ilgili bilgiye ancak 1970’lerde ulaşabilmiştir.

Ve Dogon yerlileri kesinlikle doğru bilgi vermektedirler!!! Yani Sirius C vardır!! Ve Sirius’un sahip olduğu güçler içinde belki de en çok dikkat çekeni, “Bilinç frekanslarını bir realiteden bir realiteye aktarabilmesidir!!?”

(…)Batı Afrika yerli kabilesi olan Dogonların Sirius yıldızı ile ilgili verdiği bu bilgilerin nerede ise aynısını, onlardan binlerce kilometre uzaklıkta yaşayan Hintlilerin destanlarında bulmak da mümkündür. Belli bir isim kullanmamakla beraber Hint destanları, “Büyük beyaz bir yıldızdan” gelen uzay gemisinin Uygur Türklerinin (!!!) yaşadığı bölgeye indiğini söyler. “Büyük Beyaz” veya “Köpek” tanımlamaları, ezoterik-Batıni öğretilerde Sirius için kullanılan en bilinen isimlerdir.

Sirius (yıldız) Batıni-Ezoterik olarak 4 farklı şekilde sembolize edilir:

1. Kurt veya Köpek ile
2. Yay ile
3. Trident veya trisula ile (3 dişli asa)
4. Sayısal sembol olarak 22 sayısı ile.

Bu sembollerin en yoğun olarak kullanıldığı yerlerin başında Orta Asya Türklerinin yaşadıkları bölgeler gelir. (Bu gün Anadolu’da yaşayan Alevi Türklerinin geldikleri yerler!!) Sembolleri “Yay”(2) olan Selçuklular, Oğuz Kağan Destanındanki “Kurt“(1), “Ok” ve “Üç Oklar“(3), Uygur destanındaki “Kurt Baba”, soylarını “Gökten bir ışık ile inen kıza” dayatan Oğuzlar bunlardan bilinen bazı kavimlerdir.

Ve Bakın söz konusu bilgiler, Alevî Hakk Erenler‘inden ve Âşık-ı Sâdık‘larından biri olan Pir Sultan Abdal (bazı kaynaklarda Abdal Musa’ya atfedilir, Ş.K) tarafından Alevilik içine kendi dizeleriyle nasıl taşınmış:

Kim ne bilir bizi nice soydanuz
Ne zerrece oddan, ne de sudanuz
Bize meftun olan marifet söyler
Biz Horasan mülkindeki boydanuz

Yedi derya bizim keşkülümüzde
Hacem umman ise biz de göldeniz
Bizim zahmımıza merhem bulunmaz
Biz kudret Okunda gizli Yaydanuz

Sirus (ki bir yıldız değildir!!!) Kur’anda geçtiği isim ile Şi’ra, Asur-Babil dinlerinde “Ok ve yay” olarak anılırken, Mısır Dendarah Tapınağında gene “Ok ve Yay” ile resmedilir. Şi’ra yani Sirus’un Çince’de adı “Hu-Şi” yani “ok ve yay“dır.

Batıni öğretilerde, günümüzden binlerce yıl önceden başlayarak bu günlere kadar gelen tüm gizli anlatımlarda Şi’ra, yani Sirius, “Tanrıya açılan gizli bir kapıdır” adeta!!!?

Bu gizli kapıyı, kadim uygarlıklar zaman gelmiş;

a. Yayların birleşmesinden oluşan bir spiral olarak (helezoni yapı?!)
b. S biçiminde kıvrılan yılan olarak (Mayalar)
c. Ve Hilal biçimli bir yayın iki ucu arasında yer alan yıldız şeklinde sembolize etmişlerdir (Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına tanıdık geliyor mu acaba?)

Bu gizemli Yaşam Kaynağı ile ilgili verilen kadim bilgiler bu kadarla da kalmaz. Sümerler ona, “Evrenin yargıcı” derken, Kadim Mısırlılar onu “bedenlerini terk eden ruhların gittiği yer” olarak isimlendirirler.

Süleyman Diyaroğlu, Alevilik Batınilik Ezoterizm, Tanrının Gizli Dili, His Yayınları (3.baskı, ss.79-82)

Ali’ye Tanrı Diyenlerdeniz

Semavî dinlerin soyut, metafizik olan Allah” (Tanrı) tasarımlarını bakın nasıl somutlaştırıp Evren-Doğa ile, ve sonra ‘ete kemiğe büründürüp’ İnsanı Kâmil’in (Ali!) varlığı ile BİR ediyoruz, Hakk-i-Kat’de Tanrı Evren İnsan Birdir:

Ali’ye Tanrı Diyenlerdeniz!

Şah-ı Merdan cûşa geldi sırrı aşikâr eyledi
Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi
Ol dem şimşek yalap oldu yedi semâ gürledi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• yalap oldu : parıldadı
• sâki : (burada) kevser şarabı sunan veya özündeki tanrısal ışığı saçan
• bâki : sonsuza dek
• nur-u Rahman : Acıyan-Esirgeyen (Tanrının) ışığı

Ömer vardı ol Muhammed katına eyledi beyan
Ali midir ya Muhammed arşı âla’da gürleyen
Çark-ı gerdûn elindedir sırr-ı hikmet söyleyen
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• arş-ı Âla: Göğün en yüksek (9.) katı. Allah’ın Tahtı
• Çark-ı Gerdûn: Dönen çark, Dönen gökler

Ol Muhammet buyurdu ki yektir Ali bir dedi
Hüve’l evvel hüve’l ahir her şeye kadir dedi
Ali’ye şek getirenler mutlaka kâfir dedi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Hüvel evvel, ahir: Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun). O, evveldir (ilktir) ve ahirdir (sondur), zahirdir (alâmetleri tüm varlıklarda görünendir) ve bâtındır (gizli olandır). Ve O, herşeyi en iyi bilendir.
• Şek getiren: şüphe duyan.

Kûn deyince var eyledi onsekiz bin âlemi
Hem yazandır hem bozandır levh-i mahfûz kalemi
Dertlilerin dermanıdır yarelinin merhemi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Kûn: OL!
• Levh-i Mahfûz: korunmuş levhâ. Olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah’ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir.

Lahmike lahmi buyurdu cismim Ali demmike
Ali benim veçhim dedi zü’l-celâl-ı rabbike
Hükmü bâki adîl handır ve lâ ilahi gayrüke
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Ya Ali Lahmike lahmi cismûke demmike demmî (Hadis’in tamamı): Ya Ali etin etimden, cismin cismimden, kanın kanımdandır.
• Zü’l-celâl-ı rabbike: Tüm yüceliklere sahip olan Rab, Tanrı. Büyüklük ve ululuk sahibi.
• Hükmi bâki adîlhandır ve lâ ilahi gayrüke: Yargısı adil ve sonsuza kadardır ve gayri Tanrı yoktur.

Sefil Ali‘m akıl ermez hikmetine Ali’nin
Sarraf olan kıymet biçer gevherine lâlinin
Âşıka mâşuk göründü aklın aldı delinin
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• gevherine lâlinin : kırmızı renkli değerli taşın özüne…

 Sonra da “Ali Benim” diyenlerdeniz!

Âyine tuttum yüzüme,
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme,
Ali göründü gözüme

Âdem Baba Havva ile,
Hem Allemel’esmâ ile
Çerhi felek semâ ile,
Ali göründü gözüme

Hazreti Nuh Naciyyullah,
Hem İbrahim Halilullah
Sinâ’da Kelimullah,
Ali göründü gözüme

İsâ’yı Ruhullah oldur,
İki âlemde Şah oldur
Müminlere penah oldur,
Ali göründü gözüme

Ali evvel Ali âhir,
Ali bâtın Ali zâhir
Ali tayyib Ali tahir,
Ali göründü gözüme

Ali candır Ali canan,
Ali dindir Ali iman
Ali Rahîm Ali Rahman,
Ali göründü gözüme

Hilmî gedayi bir kemter,
Görür gözüm dilim söyler
Her nereye kılsam nazar,
Ali göründü gözüme

Bilmeyenler bilsin beni
Ben Ali’yim Ali benim!
Pir Sultan

ates-ve-su

Aleviler Tanrısal vahiye inanmaz. Onlara göre Tanrının en büyük vahiyi doğa ve düşünen insandır. Şimdiye kadar yazılmış her şey insanların eseridir. Özellikle kutsal kabul edilen metinlerin yazanları da, Kâmil İnsanlardır. Bu nedenle, bu metinlerin Tanrısal kabul edilerek dogmalaştırılmasına, bazı parçaları alınarak, bunlarla zorunlu bir yaşam biçimi belirlenmesine kesinlikle karşıdırlar. Alevilikte en önemli Batıni inanç sudur teorisi ve Kâmil İnsan inançlarıdır. ◄ (Cihangir Gener)

Bektaşilik, evrenin, Tanrının sureti olduğunu, insanın da yer yüzünün Tanrısı konumunda bulunduğunu kabul eder. Tanrı insanın içinde olduğundan, Tanrısal özellikler olan düşünme yetisi, irade, eylem özgürlüğü de insanda mevcuttur. Gerçek ibadet, insanın düşüncelerini kendisi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İnsanın kendi dışındaki bir olguya ibadet etmesi gereksizdir. İnsanın kendi varlığını düşünmesi, ruhsal olarak gelişmesini sağlayacak ve birey, Kâmil İnsan konumuna ulaşabilecektir. Kâmil İnsanda Tanrı, bu evrende kendi bilincine varmanın en üst noktasına ulaşır.◄ (Cihangir Gener)

Anadolu Aleviliğinin ruh tasarımı, “varlık”tan esin alan ancak akıl yürütme yoluyla “kurgulanan” düşsel tasarımın “mistik maya” olarak kullanıldığı bir “maddeci” tasarımdır. Bu tasarımda “birey”, “toplum” ve “doğa” gibi somut kimlikler, doğasal ve toplumsal nesnel gelişim sürecinin bir parçası olarak açıklanır. “Ben”, ”Tanrı”, “Hak” gibi soyut kimlikler, görünmeyen ancak görünen nesneleri kuran atomlardan kurulu “nesnelerin” nesnelleşmesiyle/doğalaşmasıyla açıklanır. Demek ki doğa bilimlerinin “bilgi üretim süreci” ile bir “felsefi din”, bir “bilgelik öğretisi” olan Aleviliğin “bilgi üretimi” arasında “tasavvufi” kutsanmışlığına karşın, onu bilimsel bir kuram durumuna yükselten bir “koşutluk” bulunmaktadır. (Esat Korkmaz)

Ete kemiğe büründüm İNSAN diye göründüm

• Şahin Kaya •

Alevilikte Âdem

İnsan gökten inen tanrısal bilinci, âdem ise bu tanrısal bilincin kullandığı bedeni anlatır Hakk-i-Kat’te ! [Süleyman Diyaroğlu]

“Gönülde gizli mâna yazılıdır, dile gelmez. Bu mâna ancak gönülü yol bulana feth olur. Gönül bahrinde yol bulan, ne inci isterse dalıp çıkarır. Gönlü bırakıp sûrete bakanlar, gaflet ipini boyunlarına takmış olurlar”

Kaygusuz Abdal

Âdem mânaya derler

Bu âdem dedikleri
El ayakla baş değil
Âdem mânaya derler
Sûret ile kaş değil

Âdem dedikleri el, ayak, yüz ile kaştan ibaret değil. Asıl önemli olan “mâna”, yani özüdür. Âdem dış görünümü ile değil özüyle değerlendirilmelidir.

Gerçi et ve deridir
Cümlenin serveridir
Hakk’ın kudret sırrıdır
Gayre bakmak hoş değil

Âdem et ve deriden bir bedendir, cümle varlıkların başı, ulusudur çünkü Hakkın ezeli gücü O’ndadır. Hakk’ı başka yerde aramak hoş değil.

Âdem mânayı mutlak
Âdemdedir nutk-u Hak
Âdemden gafil olma
Nefsi de serkeş değil

Âdem, mutlak mâna, Hakk’tır. Hakk kelamı âdemdedir, bundan habersiz olma. Nefsi de “serkeş-dikbaşlı” değil. (serkeş:1.başı çeken 2.dik başlı, söz dinlemeyen) Âdem “hayvani nefsini” yenebilir, yenmeli. (nefs: felsefede ruhun maddeye yönelen veya hayvani düzeyi)

Kendi özünü bilen
Maksûdun bulan kişi
Hakk’ı bilen doğrudur
Yalancı kallaş değil

Kendi özünü bilen kişi, maksûdunu-hakk’ı bulan kişi­dir. Böy­le bir kişi yalancı ve ikiyüzlü değildir.

Bu Kaygusuz Abdal’a
Âşık demen dünyada
Nakş-u sûret gözetir
Maksûdu nakkaş değil

Kaygusuz Abdal’a “gerçek aşık” demeyin eğer Hakikate değil de dış güzelliğe aldanıp buna aşık oluyor ise. Asıl güzellik zahiri olan değil, batıni olandır. Batıni olan HAKK’tır.

 İnsan Hakk’ta Hakk İnsanda

Âdeme saklandı cenab-ı bari
Arş-u Kürsi arayanlar boşa yoruldu.
Aşık Veli

Bu saraya âdem oldu padişah
Sûret-i âdemde geldi bunda Şah
Kaygusuz Abdal

Âdem “hayvani nefsini” yendiğinde İnsan olur.

“Âdem Mânaya derler, Sûret ile kaş değil”

Mâna Özdür, Batın olandır.
Sûret ile kaş, Zahir olandır.

Zahire değil de Batına önem veren “İnsan-ı kâmil” olma yoluna girmiştir.

Bu yol; HAKK yoludur.

(insan: huy ve ahlak yönünden üstün nitelikli olan)
(nefis: felsefede ruhun maddeye yönelen veya hayvani düzeyi)

Kâinatın aynasıyım
Madem ki ben bir İnsanım
Hakkın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir İnsanım

Enel Hak’ım ismim ile
Hakka erdim cismim ile
Benziyorum resmim ile
Madem ki ben bir İnsanım

Aşık Daimi

Varlığın Doğuşu

Kızılbaş Aleviliğin yaratılış felsefesi. Varlık’ın Doğuşu esasına dayanır. Buna göre, “yer yok iken gök yok iken, cihan yaratılmadan önce” varolan Varlık, nurun NOKTA’sı olarak nurdu ve vardı. Sonsuzluk bir zifiri karanlıktı. O, nur içinde nur olan varlık, “kendini bilmek” istedi. Kendisinde saklı bulunan, kendisiyle ilgili olan bilgi, yani kendinin bilinci, istenç haline geldi. Bu istek meraka dönüştü. Merak kendi kendisini ateşledi ve kendinden hamile kaldı!

Ateş, aynı zamanda var olan varlığın kendi kendisine âşık olmasını doğurdu. Hakk’ın kendi kendisine âşık olması hali, tıpkı Fuzuli‘nin aslına uçuş, aslını bilme amacıyla uyarılmış bulunan ve kendi özünde gerçekleşen aşk hali gibidir. Hakk’ın kendisine olan aşkının insanda gerçekleşmiş durumudur. Ve özünde “kendini bilme” gereksinimi vardır. (Haşim Kutlu)(*)


– HİÇLİK VAR BİZDEN ÖTEYE –

Ben
Sonsuz Hiçlik aleminden
İlahi ve koşulsuz Sevgiyle gelip
Varlık aleminde var olan
Yaradan’ı ve yaratılanı
İlki ve Sonu kendi olan
Benim.

Hakk olduk cisim aldık

Adem olduk isim aldık
Hakk’ı ademde meskun kıldık
Ve “Hakk ademdedir” diyerek
“O”nda sır olduk.

Gözlerim “O”nun gözü

Sözlerim “O”nun sözü
Bedenim tecellisi
Nefesim ise nefesidir.

Hiç kimseye tapınmam

Hiç kimseye biat etmem
Şefaat dilemek zulümdür bize
Çünkü biliriz
Hiçlik var, bizden öteye…
Süleyman Diyaroğlu


– Kozmos kendini bizim aracılığımızla bilir –

Yaşayan canlıların güzelliği
içerdikleri atomlarda değildir,
Atomların bir araya geliş biçimindedir.
Kozmos bizim içimizdedir,
Hepimiz yıldızların külünden varolduk.
Kozmos kendini bizim aracılığımızla bilir.
Carl Sagan


– Evrenin doğuşu –

https://www.youtube.com/watch?v=3LlFER5YSTM&feature=share

► Seyyid Nesimî ◄

Mende sığar iki cahan, men bu cahâna sığmazam
Gövher-i lâmekan menem, kövn ü mekâna sığmazam

Erşle ferş ü kâf u nun mende bulundu cümle çün
Kes sözünü vü ebsem ol, şerh ü beyâne sığmazam

Kövn ü mekandır âyetim zâti durur bidayetim
Sen bu nişanla bil meni, bil ki, nîşâne sığmazam

Kimse güman ü zenn ile olmadı Heqq ile biliş
Heqqi bilen bilir ki, men zenn ü gümâne sığmazam

Surete bax u me’nini suret içinde tanı kim
Cism ile can menem, velî cism ile câne sığmazam

Hem sedefem, hem inciyem, Heşr ü Sîrat esenciyem
Bunca qumaş u rext ile men bu dükkâne sığmazam

Genc-i nihan menem men uş, eyn-i eyan menem, men uş
Gövher-i kan menem, men uş, behre ve kâne sığmazam

Gerçi mühît-i e’zemem, adım âdemdir, âdemem
Dar ile künfekan menem, men bu mekâne sığmazam

Cân ile hem cahan menem, dehr ile hem zaman menem
Gör bu letîfeyi ki, men dehr ü zamane sığmazam

Encüm ile felek menem, vehy ile hem melek menem
Çek dilinü ve ebsem ol, men bu lisâne sığmazam

Zerre menem, güneş menem, çar ile penc ü şeş menem
Sureti gör beyân ile, çünki beyâne sığmazam

Zat ileyem sifat ile, qedr ileyem berat ile
Gülşekerem nebat ile beste dehâne sığmazam

Nâr menem, şecer menem, erse çıxan hecer menem
Gör bu odun zebânesin, men bu zebâne sığmazam

Şems menem, qemer menem, şehd menem, şeker menem
Rûh-i revân bağışlaram, rûh-i revana sığmazam

Gerçi bu gün Nesimî‘yem, Hâşimîyem, Qureyşiyem
Bundan uludur âyetim, âyet ü şâne sığmazam.

Ene’l-Hakk!

*Ek:

Mer(k)haba(h),

Her ne kadar başka canların paylaşımlarıyla ilgili fazla yorum yapmamayı tercih ediyorsak da söz konusu kişi Sevgili Şahin Kaya canım olduğunda, şahsımıza ait bir şiiri paylaşımında kullandığı için de, bu kez konuyla ilgili nasiplenmelerimizi açıklama gereği hissettik.

Şahin canın metinde yer verdiği alıntıda; «“Yer yok iken gök yok iken, cihan yaratılmadan önce” varolan Varlık, nurun NOKTA’sı olarak nurdu ve vardı. Sonsuzluk bir zifiri karanlıktı. O, nur içinde nur olan varlık, “kendini bilmek” istedi» tanımının, anlatılmaya çalışılan “O” boyutun frekansına hazır olma ayrıcalığına erişmiş canların var olduklarını umut ve kabul ederek biraz daha netleştirilmeye gereksinimi var.

Ne yazık ki yaşanmadığı sürece anlaşılması ve de anlatılması olanaksız olan “O” boyutla ilgili yapılan tüm yorumlar bu nedenle bir şekilde eksik kalıyor. Eksik kalıyor çünkü, “Yer yok iken gök yok iken var olan varlık”, ki bu durumda “O“ndan, yani “HU“dan söz ediyoruz demektir, asla “Nur’un NOKTA’sı” değildir ve olamaz da!!!

Olamaz çünkü “Yer yok iken gök yok iken var olan varlığın boyutuna” ulaşabilmek için NUR DAHİL (!!!) her şeyin ama her şeyin YOK OLMASI gerekir!!?

ARTIK SADECE DÜŞÜNCEDE ULAŞABİLECEĞİMİZ (!!!) “O” boyut, kendi varlık, (aslında ESAS HİÇLİK !!!) yapısını Varlık Alanına çıktığı andan itibaren sonsuza kadar değiştirmiş ve böylece önce “Işık ve Karanlık” şeklinde sonra da Işığı oluşturan Kehf ile Nun [(+) ve () kutuplar] ile Işık, yani madde yapı içinde “İkilik” halini oluşturmuştur.

O“, asla bir “Bilinç” boyutu değildir! “O“, yani “HU“, sadece ama sadece “Saf bir Düşünce Boyutudur”!!!

Böyledir çünkü bilinçli olma hali cevap verme yetisine sahip olma anlamına gelirken saf düşünce halinde bulunan “O“ndan ASLA BİR CEVAP ALAMAZSINIZ !!!

Cevap alamazsınız çünkü cevap alabilmek için önce soru sormanız gerekir ki “O”rada bu da olanaksızdır!!?

Olanaksızdır çünkü, daha önce Mevlana‘nın bir sözü ile ilgili sorulan bir soruya verdiğimiz cevapta paylaştığımız gibi, eğer “O“raya ulaştığınızda “Akıl ile Akıldan vazgeçmezseniz”, bu İlahi Bilinç Yolculuğunuzun sonu hüsranla bitmeye mahkumdur ki bunun anlamı “O” sonsuz Hiçlik aleminde yolunu kaybetmek veya aklını yitirmekten başka bir şey değildir!!! Bunun içindir ki “O” Boyuta ulaştığınızda yapabileceğiniz tek şey, sırrına asla ulaşılamayan PARÇASI OLDUĞUNUZ bu gücü koşulsuz kabul etmektir.

Alıntıda yer alan, “Varlık kendi kendisine aşık oldu” sözüne gelince; ne yazık ki bu da Hakk-i-Kat’i yansıtmıyor. Sonsuz Yaradan’ın Esas Hiçlik halinde bulunduğu “O” Boyuttan Varlık Alanına çıkmasını “Kendisine aşık oldu” fiili ile tamamlarsak bu “O“na yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri olur. Çünkü kendine aşık olmak narsist ve mutlak olarak bireyselleşmeyi ifade eden bir eylemdir ki “O“nun buna gereksinimi olduğunu düşünmek hayal dahi edilemez. Aşk, ancak “İkilik” hali söz konusu ise olasıdır ki “O“nun böyle bir yapıya sahip olduğunu ileri sürmek elmayı asla ısırmamış birinin elmanın lezzetinden bahsetmesine benzer.

Biliyoruz ki yazdıklarımız bazı canları üzecek ve hatta kızdıracaktır ancak, gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi halinde ondan sonraki diğer tüm düğmelerin de yanlış ilikleneceğini bildiğimizden, Hakk-i-Kat‘i ve bu Hakk-i-Kat ile ilgili sağlıklı terminolojiyi zorunlu olarak paylaşmak durumundayız; bir yerlerde, Sır-ı Hakk-i-Kat ile ilgili gerçekleri öğrenmeye ve kabul etmeye hazır bilinçlerin var olduklarını umut ederek.

Sonsuz Sevgiyle…

Süleyman Diyaroğlu
diyar

Ali Üzerine

Ali şeriatta Aslan,
Tarikatta Şah-ı Merdan
Marifette Veli, Evliya
Sırr-ı Hakk-i-Kat’te ise Ali’den başka Hakk yoktur.

“Tarikat kutbundan tecrit olmayan
Yediği haramdır yese ne fayda
Makbul dergâh biatına girmeyen
Ben ilahi Şahım dese ne fayda”

İşte Alevi felsefesinin kendi içinde gizlediği en önemli sır bu ve buna benzer cümleler içinde yatar. Bir taraftan 4 kapı, 40 makam diyerek Şeriat ve Tarikat Kapılarının varlıklarını ve de olmaları gerektiğini açıkça beyan ve kabul ederken, diğer taraftan söz konusu olan bu iki kapıya, yani Şeriat ve Tarikat Kapılarına mahkum yaşamayı adeta bir eza, bir cefa saymaktadır.

İlim öğretilerinin sistematiği içinde (dinler gibi) her insanın bu kapılardan geçmek zorunda olduğunu bilen erenler, bunları her ne kadar isim olarak kendi içlerinde ifade etmişlerse de, birini (Şeriat Kapısını) Alevilik felsefesinin yapısı-öğretisi içinde tümden reddetmiş, diğerini ise (tarikat Kapısını) sadece ve sadece yaşadığı toplum içinde, yani müslümanlar arasında, gizlenebilmek için kullanmışlardır!!! (1)

 

Marifet Kapısı, varlığın (Ali’nin) aşk ateşinde piştiği kapıdır. Tanrı’ya (Hakk-i-kat’e) kavuşmak uğruna her şeyden, kendi canından bile vazgeçmeye hazır olduğu kapıdır. Yapacağı tüm fedakârlıklar, O’nun için yapmayı özlemle beklediği ve zaten arzu ettiği şeylerdir. “Ali” artık evliyadır. Tanrı yolunda kendini kendinden silen, O’na kavuşmak için her şeyden vazgeçmeye hazır olan bir evliya.

Ve işte tüm bu tekâmül etmişlik ile “Ali” Tarikat kapısının sonunda elde ettiği “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” makamına ulaşır. Yani Alevilik çok açık ve net olarak reenkarnasyondan bahsetmektedir bu noktada!!! Yani, Alevilik Felsefesinde DEVRİYE olarak isimlendirilen reenkarnasyondan!!!

Haydar-ı Kerrar sözü, tekrar tekrar gelen demektir!! Tekrar, tekrar gelen!!!

Ali olarak “simgelenen” ve her kapıda farklı bir ifade ile anılan bu “sembol” varlık, binlerce yıllık serüveni içinde, Şeriat kapısında başladığı “evrim” yolculuğunu, her kapının sınavlarını farklı farklı bedenlerde ve zamanlarda vererek, tekrar tekrar gelip bu makamlardan ve kapılardan geçip en sonunda zorunlu enkarnasyonların son bulduğu Marifet kapısıyla devam eder. Çünkü Alevilik felsefesi, “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” diyerek bir tamamlamadan, tamamlanmadan bahsetmektedir.(2)

Âdem ile başlayan, İnsan ile devam eden ve İnsan-ı Kâmil olarak sona eren bu evrim macerası, bakın alevîlik tarafından kendi özel diliyle nasıl ifade edilmiş:

Şeriat’te Adem oğluyum,
Tarikat’te Yol oğluyum

Marifet’te Kemal oğluyum,
Hakk-i-Kat’te Gök oğluyum

Atam Gök, Anam Yer

diyen bu felsefe, diğer taraftan, kendini âdem soyuna bağlayacağına götürüp Şit soyuna bağlayarak bir taraftan dünya yaşamının ve âdemin yaratılmasıyla ilgili bilgi verirken diğer taraftan da Tanrının ve kâinatın en büyük sırlarından birinin, insanın yaratılışının sırrını da “Hakk-i-Katte gök oğluyum” diyerek verir bize. İnsan gökten inen tanrısal bilinci, âdem ise bu tanrısal bilincin kullandığı bedeni anlatır Hakk-i-Kat’te!!!

Yukarı çıktıkça ve üst kapılar çalışmaya başladıkça insan, daha önce okuyup da hiçbir şey anlamadığı bir kitaptaki kâinatın tüm sırlarını veya tamamen dünyasal bir yaklaşımla baktığı Dünya hayatına farklı bir gözle bakıp onun içinde gizlenmiş olan tanrısal sırların hepsini görmeye başlar. İşte Ali’nin neden şeriatte (yani birinci kapıda), Aslan iken, en sonunda yani en üst kapıda (hakikat kapısında) Allah olduğunun sırrı budur. Çünkü O, yani Ali, Şeriat ve Tarikat kapılarında iken, doğayı, insanı, uzayı ve de Tanrıyı, ona Hakk-i-kat ilmi sözleri ile anlatacak boyuta-frekansa kapıyı açmamıştır daha. Dolayısıyla bu evrensel bilgilerin içeri girişi mümkün değildir henüz.

Bunun mümkün hale gelebilmesi de ancak Ali’nin eğitim alarak Şeriat okulunu bitirip Tarikata, Tarikatı bitirip Marifete ve oradan da Hakk-i-Kat’e ulaşması ile mümkündür.(3)

1) Süleyman Diyaroğlu, Tanrının Gizli Dili, Chiviyazılar s.49
2) Age, s.50
3) Age, ss.66-67


Âlemde meşhud olan bu devran, tekâmül için kemale doğru

Her nokta cevval, her zerre raksân, uçup giderler visale doğru

Ekvan, insan koşup giderler, tutulmaz kapılmaz hayale doğru
İnsan isen gel matlubu anla, yorulma gitme celale doğru

Ufk-u ezelde doğan bir güneş, gider mi acep zevale doğru
İfate etme kıymetli vakti, çevir yüzünü cemale doğru

Meşhud:Görünen. Şehadet edilen.
Tekâmül: Olgunlaşma
Cevval: Daim hareket halinde olan.
Raksân: Rakseden, dans eden, oynayan
Visal: Sevgiliye kavuşma
Ekvan: Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar.
Matlub: istenilen, aranılan, talep edilen şey
Celal: Hiddet, öfke, kızgınlık. Hırs.
Zeval: Yok olma, yok edilme
İfate: Kaybetme, kaçırma
Cemal: yüz güzelliği, zahiri ve batıni güzellik.

 

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.

Yukarı ↑