Ara

Alevîlik

Yol Erkân Meydan

Etiket

Felsefe – Ezoterizm

Plotinus, İyilik ve Kötülük Üzerine

Her ne kadar Plotinus, hocası Ammonius’u Enneads [Enneades] adlı eserinde ismen hiç anmamış olsa da, Plotinus‘un söz konusu eserindeki temel felsefî fikirlerin, Ammonius Saka‘nın da fikirleri olduğu kabul edilir. Daha önce de belirtildiği gibi, Plotinus tam onbir yıl Ammonius’un öğrenciliğini yapmıştır.

Ammonius Saka’nın öğrencilerinden birisi olan Cassius Longinus, Plotinus‘un Enneads‘ındaki “sudûr” [emanatio] ve diğer tezlerin Ammonius‘un olduğunu söylemiştir. Şüphesiz bununla birlikte her iki filozofun kendilerine has fikirleri de vardır. [Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar (bkz: Ammonius Saka)]


Dokuzuluklar Fragmanlar:

dokuzluklar-1-plotinus20130924225607
İlk İyi Ve Diğer İyilikler Üzerine

«…O mutlak olarak… İYİ‘dir. Varlıkların en iyisi olduğundan, varlıkların ötesinde olduğundan, başka hiçbir şeye yönelmeyen, fakat diğer varlıkların kendisine yöneldikleri bir şey bulunsun; bu kuşkusuz, diğer varlıkların, iyiden pay almalarını sağlayan ‘İYİ‘dir. Ve böylece İYİ’ye katılan bütün varlıklar, bunu iki farklı şekilde gerçekleştirirler: Ya O’na benzeyerek, ya da aktivitelerini ona yönelterek.

Eğer istek ve aktivite Yüce İYİ‘ye doğru yöneltilirse, İyi‘nin kendisi, hiçbir şey amaçlamamalıdır ve hiç bir şey istememelidir. Hareketsiz olduğu için İYİ, tabiata uygun edimlerin ilkesi ve kaynağıdır; O, nesnelere iyinin biçimini verir; fakat bunu yaparken eylemini onlara doğru yöneltmez; O’na doğru dönen nesnelerdir.

İYİ, davrandığı, ya da düşündüğü için değil; fakat olduğu şey olarak kaldığı için olduğu şeydir. İYİ, varlığın ötesinde olduğu için, eylemin de, zekânın da ve düşüncenin de ötesindedir. İYİ, her şeyin kendisine bağlı olduğu; fakat kendisi hiçbir şeye bağlı olmayan şeydir.» [ss.233-234]

Kötülükler Nedir Ve Nereden Gelirler?

«…İYİ‘nin bilgisi, aynı zamanda kötünün de bilgisidir; kötülüğü bilmek isteyenler, iyiliğin doğasının ne olduğunu bilmek zorundadırlar…» [s.243]

«…bu tartışmamız için yararlı olduğu kadarıyla iyiliğin doğasının ne olduğunu söyleyelim. Bu, bütün varlıkların bağlı oldukları, hepsinin arzu ettikleri, onların ilkeleri olan ve hepsinin muhtaç oldukları realitedir; fakat iyilik, hiç bir şeye ihtiyacı olmadığı ve kendi kendine yeterli olduğu için, her şeyin ölçüsü ve sınırıdır; Zekâ ve Varlık, Ruh ve Hayat, neslere verdiği entelektüel etkinlik ondan gelir. Ve onun altındaki herşey güzeldir; çünkü o Güzelliğin üstündedir ve en mükemmel şeylerin ötesindedir; o, düşünürler bölgesinde kraldır.

Zekâ’ya gelince, onu zekâlar adını verdiğimiz şeyin modeline göre düşünmeliyiz; Zekâlar önermeleri sözcelemekle yetinirler; kelimenin anlamını anlayabilirler; akıl yürütürler ve hakikatleri düşüncelerin birbirini izlemesi sayesinde tanımak için, önermelerin birbirine bağlanmaları konusunda düşünürler; Zekâlar bu hakikatlere önceden sahip değildirler; onlar hakikatleri öğrenmeden önce boşturlar ve bunlar yine de zekâlardır.

ZEKÂ böyle değildir; O , herşeye sahiptir; O her şeydir; fakat O, kendinde kalır; O, her şeye sahiptir; fakat bu O’nun, sahip olduğu şeylerden farklı olması anlamına gelmez; O’nda hiçbir şey ayrı değildir; her şey, bütün diğerleridir ve Zekâ tümüyle her yerdedir. Zekâ‘da nesneler karışık değildir; tersine birbirinden ayrıdır; hem zaten Zekâ‘ya katılan nesneler, O’dan her şeyi almazlar; fakat alabileceklerini alırlar. Zekâ İYİ‘nin ilk fiilidir, ilk varlıktır; İYİ kendinde kalır; Zekâ yaşadığı gibi, İYİ‘nin etrafında dolanarak hareket eder.

Zekâ‘nın dışında ve onun etrafında Ruh dolanır; Ruh Zekâ’da bakar ve O’nun derinliğine kadar temaşa ederek O’nun sayesinde Yüce Tanrı‘yı görür.» [ss. 244-245]

«…çirkin davranış, erdemin karşıtıdır; fakat erdem, bizâtihi iyilik değil; bizi maddeye hakim kılan bir iyiliktir.» [s.250]

«İyilik yalnız başına var olmadığı için, ondan çıkan ya da daha doğrusu ondan inen ve ondan uzaklaşan nesnelerin serisinde kendisinden sonra artık hiçbir şeyin türetilemediği bir terim, zorunlu olarak vardır; bu terim, kötülüktür. İlkten sonra herhangi bir şey zorunlu olarak vardır; o halde bir son terim vardır; bu son terim, artık iyiden hiçbir pay almayan maddedir.» [ss. 252-253]

«O halde, ilk kötülük, ölçüsüzlüktür; ikinci kötülük, bu ölçüsüzlüğün, benzemeyle veya katılmayla ve yüklem olarak alınmasıyla kazanılmasıdır. Ya da ilk kötülük, karanlıktır; ikinci kötülük de karanlığı kabul etmektir. O halde ruhta kötülük ve ölçüsüzlük olan bilgisizlik, kendi başına kötülük değil; ikinci kötülüktür. Aynı şekilde ilk iyilik olmayan erdem, sadece İlk İyi‘ye benzemeyle ya da katılmayla bir iyiliktir.» [s. 254]

«Biçimin yokluğunu gören… zekâdır; fakat bu yokluğu kavrayan bu Zekâ, kendine ait olmayan şeyi görmeye katlandığı için, gerçek zekâ olmayan, ondan farklı bir zekâdır. Bu zekâ, karanlığı görmek için ışıktan uzaklaşan göz gibidir; o, artık göremez; çünkü karanlığı görebilmesinde kendisine yardımcı olan ışığı terk etmiştir; sonuçta ışık olmadan zekâ göremez. Aynı şekilde zekâ iç ışığını terk eder, kendinden dışarı çıkar ve artık kendinin olmayan bir alana kadar ilerler; oraya kendi ışığını kendisiyle birlikte getirmez; zekâ, kendi karşıtı olan realiteyi görmek için, varlığının karşıtı bir biçimden etkilenmiştir.» [s. 255]

«İyiliğin gücünden ve doğasından dolayı KÖTÜLÜK, kendi başına var değildir. O, zorunlu olarak, güzellikle ilişkileri olan biri gibi; altın zincirlerle bağlı bir tutsak gibi görünür; realitesinin tanrılara görünmemesi için, kendisinin her zaman insanların gözleri önünde olmaması için ve hatta insanların onu gördükleri zaman bile, imgeler yardımıyla üstünü örtebilmeleri için, güzelliği hatırlayabilmeleri ve onunla birleşebilmeleri için, bu söz konusu bağlar, kötülüğü saklar. [s.261]

Plotinus

[Dokuzuluklar, Çeviren: Zeki Özcan, Alfa Aktüel yayınları]

Ammonius Saka’nın Felsefesi

Sudûr Sistemi

Ammonius Saka Felsefesini, Plotinus‘un Enneads adlı eserinden ve Ammonius Saka‘ya izafe edilen “Sözde Ammonius’çu Eserler”den hareketle ortaya koymaya çalışıldığında felsefesinin bel kemiği, İslam düşüncesinde “Sudûr“, “Feyz” ve “Tecelli” denen, Yunan ve Latin düşüncesinde “Aporrhoia” ve “Emanatio” kavramlarıyla ifade edilen metafizik ve kozmoloji anlayışı oluşturur. Tasarımın üç temel ilkesi vardır: Mutlak Bir, Küllî Akıl, Küllî Nefs.

Mutlak Bir

Ammonius Saka‘nın sudûr sistemi’nin ilk ve en üst ilkesi Mutlak Bir‘dir. Mutlak Bir, Varlığın kaynağı ve sebebi olan Yüce Valık’tır. Her yönden Bir’dir. Mükemmel ve ezelidir. Gerçek varlık, Mutlak Bir‘dir. Eşi ve benzeri yoktur. Varlığı ne zamandadır; ne de mekândadır. Hareketsizdir ve değişmez. O’nun ne olduğunu tam olarak bilemeyeceğimizden O’na şu veya bu nitelikler yükleme imkânımız yoktur. [Plotinus: Enneads, IV,3.17; V, liv1, ch.6.1.7.8, 2.1; VI, 9.1, 9.3, 9.9]

Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman filozofların çoğunluğu, Ammonius ve Plotinus‘un Mutlak Bir‘i ile Tanrı‘yı kast ettikleri konusunda birleşmişlerdir. Bunda Simplicius‘un Ammonius Saka‘nın bazı sözlerini nakletmesi de rol oynamıştır. Simplicus, Ammonius Saka’nın Aristo‘nun Tanrı‘sını etkin ve gayî neden olarak anladığını ve kendi Mutlak Bir‘ini de böyle anlattığını söylemiştir. [Simplicus: Physica Auscultatio, 1361 nff.; Adamson [P.]: The Arabic Plotinus, London, Duckworth, 2002, s. 183-184]

Küllî Akıl

Mutlak Bir‘den ilk taşan varlık Küllî Akıl‘dır [Nous]. Mutlak Bir‘den sonra en mükemmel varlık, Küllî Akıl‘dır. Mutlak Bir‘in misalî’dir [image]. Bölünmez ve parçalanmaz. Mutlak Bir‘i ve kendisini akleder. Kendisini akletmesinden bütün akıllar ve ölümsüz şeyler kendisinden taşar. Mutlak Bir‘i akletmesinden de Küllî Nefs taşar. [Plotinus: Enneads, V, 1.4, 6, 7]

 Küllî Nefs

Küllî Akıl‘dan ve onun aracılığıyla Mutlak Bir‘den çıkan veya taşan üçüncü ilke, Küllî Nefs‘tir. Küllî Akıl‘dan sonra ikinci mükemmel varlık, Küllî Nefs‘tir. Külli Akıl‘ın misalî’dir [image]. Küllî Nefs kendisini düşündüğünde, aklettiğinde, diğer nefsler ortaya çıkar. Bu nefsler, madde ile birleşince, bitki, hayvan, insan gibi canlı türler oluşur. [Plotinus: Enneads, IV, 8.3, 9.1 ve 2; V, 1.3, 2.1, 6.4; VI, 3. 22.]

Ammonius Saka, Mutlak Bir’den bütün manevi varlıkların ve maddi olanların sudûr etmesini, yani taşmasını, kendine has benzetmesiyle Güneş‘e ve ışıklarına benzetir. Mutlak Bir, hem varlıkları oluşturur; hem de Güneş gibi onları manevi olarak aydınlatır. Bu açıdan Ammonius‘un bu görüşü ile Suhreverdî‘nin [1155-1191] İşrak felsefesi arasında büyük benzerlikler vardır.

İşte Ammonius-Plotinus Felsefesi’nin Sudûr anlayışının ve kozmolojisinin özeti budur. Böyle bir sudûr anlayışını olduğu şekliyle Yunan felsefesinde yoktur; bazılarının ilişkisini kurduğu Hind ve Zerdüştlük düşüncelerinde de yoktur. Bize göre sudûr düşüncesinin kaynağı eski Türk Tengri ve Kam [kamlık] anlayışıdır. Bir Sakalı olan Ammonius, Türk soyluların bu anlayışını, çağının felsefesiyle yeniden yorumlayarak felsefesinin temelini oluşturmuştur.

ame

Düalizm ve Ruhun Ölümsüzlüğü

“Ruh” ve “Ruh ve Beden İlişkisi” adlı eserlerinden anlaşılacağı gibi, Ammonius Saka‘ya göre insan, ruh [nefs] ve beden denen ve biri diğerine indirgenemeyen ayrı iki tözden oluşur. Ruh, bedenden [maddeden] tamamen ayrı bir töz‘dür [cevher]; ne maddedir; ne de maddî’dir. Ruh bedenin yaşam ilkesidir. Ruh ölümsüzdür; buna karşı beden ölümlüdür ve bozulur. Ruh akleden, düşünen bir töz olduğu için, insanın benliğini oluşturur. Bütün insan ruhları, aynı Küllî Nefs‘in tözünden oldukları için hepsi aynıdır.

Ruh‘un madde olmadığına dair Ammonius Saka bazı kanıtlar ileri sürmüştür. Bunlardan birisi, ruhun kendisinden hareket gücüne sahip olmasıdır. Rüya da ruhun bedeni terk edip geri gelmesidir. Ona göre, eğer ruh bedene bağlı ve bağımlı olsaydı; bedenin hareketsiz olduğu durumda ruhun da hareketsiz kalması gerekirdi. Kendisinden taştığı evrensel ruh veya nefs gibi insan ruhu da her tarafa hareket edebilir. Beden ruhu sınırlayamaz. Bu açıdan Eflatun‘un aksine Ammonius bedenin ruh için bir hapishane gibi olmadığını düşünür. Diğer bir kanıt da, bedenin cisimsel şeylerle beslendiği halde ruhun onlarla beslenmediği görüşüdür.

Ammonius Saka, ruhun bedenle birleşmesini “sempati” ile açıklar. Yani ruh ve beden arasındaki manevi karşılıklı çekim gücüyle. Birleşmenin fiziksel veya mekânsal olmadığını söyler. Ruhun bedenle birleşmesiyle tabiatında ve özünde bir değişiklik olmaz.

Sadece ölümden sonra değil; ruh henüz bedendeyken insan tefekkür, tezekkür ve teemmül yoluyla Evrensel Akla ve Mutlak Bir‘e ulaşır ve onlarla ittisal edebilir. Bu tasavvuftaki “Fenâ Fi’llah” düşüncesine benzeyen bir şeydir.

Kaynakça: Yunanistan’da Saka Türk’ü Üç Filozof, Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, Akçağ Yayınları.

[Şahin Kaya]

Neden İslamî Takiyye? Neden Ali?

«Son dönemde tozu dumana kattılar; ‘Ali’li Alevilik mi, Ali’siz Alevilik mi?’ diye! Öncelikle belirtelim: ‘Mistik maya’ olmadan Alevilik olmaz. Ali mistik tasarımın en üst kimliği olduğu için de Ali’siz Alevilik olmaz. Ali’nin inanç ya da söylence kimliği, ortodoks kimlikli Ali’nin kimi meziyetlerinin yakalanması ile yaratılmıştır. Giderek inanç-söylence tasarımın değerleri, ortodoks değerlerini yok etmiştir. Sorun, ‘Ali’siz Alevilik’ gibi bir yaklaşımı hayata geçirmek değil. Sorun, ortodoks tasarıma karşı batınî tasarımın “niçin” ve “nasıl” yapıldığını algılamak, anlamak ve anlatmaktır. Çünkü Anadolu Aleviliği, geriye dönüş kültünü büyük bir kıvraklıkla kullanmıştır. Ali olmasaydı bile, kült gereği bir başka “meziyetli” kimlik, batınî tasarımın konusu olacaktı ve başat inanç kaynağının tam ortasına yerleştirilecekti; söylencelerin birinci dereceden kahramanı olacaktı.» (Esat Korkmaz)

240px-Hallaj


Neden İslamî Takiye?

«İskenderiye okulunun ortadan kaldırılması girişimleri ilki, dördüncü yüzyılın sonlarında meydana geldi. 391 yılında Hıristiyan piskoposu Theophilos, Hermes’in Mısır’da yaydığı dine ait tapınaklardan birini kiliseye dönüştürmek istedi. Hermes yanlıları bu girişim karşısında çılgına döndüler. İsyan edip sokaklara döküldüler. Büyük bir ayaklanma başladı. Şiddetli çarpışmalar oldu. Bizans valisi Hıristiyanları da yanına alarak kalkışmayı bastırdı. Daha sonra , İmparator ve vali tarafından başkaldırının asıl suçluları oldukları tespit edilen İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunan Hermetik kitapların büyük bir bölümü Bizans imparator I. Theodosius’un emriyle şehrin hamamlarında yakıldılar.

Bizans İmparatoru I.Theodosius, İskenderiye’den sonra İmpartorluk içindeki Hermes ekolünden gelen tüm mabetleri Hıristiyanlık karşıtı gelişmelerin kaynağı sayarak kapattı. Bizans topraklarında o güne kadar görülmedik ölçülerde bir kitap yakma olayları yaşanmaya başlandı. Sadece İskenderiye kütüphanesi‘nde yakılan kitapların sayısı 400.000 civarındaydı. Hıristiyan bağnazlığı insan aklının alabileceği sınırların çok dışına taştı. Onca değerli kitap, dünyanın geleceğinde artık bir daha var olmamak üzere kaybolup gitti.

Bu kitap yakma olayları aslında bir tür, insanlığın kayıtlı hafızasını imha etme girişimleriydi. Hıristiyanlık, insan zihninde kendi öğretisine boşluk açmak, yer bulmak için insanlığın beleğini boşaltmaya kalkışmıştı. Bu yangınlarda her şey kaybolmadı.Yangınlardan canlarını ve kimi değerli kitaplarını kurtarabilmiş Hermes bilgeleri yüzyıllar boyu geleneklerini yeraltında sürdürdüler. Büyük yangından uzun yüzyıllar sonra Hermetik eserler ilk önce Bağdat sarayında gün ışığına çıktılar. Hermetik eserlerin Bağdat’ta Arapçaya çevrilmesiyle birlikte Bağdat sarayı bilimde, sanatta ve edebiyatta büyük gelişmeler gösterdi. Arap kabile devleti kısa zamanda bir dünya imparatorluğuna dönüştü.

Arap İmparatorluğu şaşırtıcı çıkışını tamamladıktan hoşgörüsünü kaybetti, bağnazlığa teslim oldu. Hermetik eserler ve Hermes geleneğinden gelen bilginler Bağdat’tan dışlandılar kovuldular.» (Erdoğan Çınar)

abou-muslim-al-khorassani
«Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır‘da, yeni yönetimin ilk işi, daha önceki çağlarda olduğu gibi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulda asırlar boyunca toplanmış olan ve hemen her fetihten sonra yakılan muhteşem İskenderiye kitaplığını, Romalılardan sonra bir kez daha yakmak oldu. Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı. Müslüman olmak ve öğretilerini İslam’i bir çerçeveye oturtmak. Bunun için filozoflar, İslamiyet’in içindeki Batıni muhalefetten yararlandılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer‘in karşısında olan, Peygamberin damadı Ali‘nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları olarak, İslamiyet’e bambaşka bir boyut getirdiler.

İslamiyeti kabul eder görünen İskenderiye okulu mensupları derhal Yunanlı (Ege’nin iki yakası, Yunanistan ve Anadolu. Ş.K) filozofların ve özellikle de Pisagor (İyonya, Anadolu’da bugünkü İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ’da verilen addır. Ş.K) ve Eflatun‘un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran’daki bazı deyişlerden faydalanmasını iyi bilen filozoflar, “Tanrının sıfatlarından birisi de Âlim’dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir” diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri çevçevesinde daha da rahat yayma fırsatı buldular.» (Cihangir Gener)

Shiite_Calligraphy_symbolising_Ali_as_Tiger_of_God


Neden Ali?

 

«İsmaililik de, Ali’nin katliamdan kurtulan torunu Zeynelabidin’in soyundan gelen Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Batınilerin örgütü olmuştur. İsmaililik ve diğer Batıni ekoller, Ali yandaşlığı vasıtasıyla Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak bu ekollerin genel tutumu, Müslümanlığın ortodoks Sünni sistemini kabul etmeyen farklı inanç ve ideolojilerin Müslümanlık bünyesi içerisinde, kendi inançlarını sürdürme çabalarının ifadesidir. Nitekim, İsmaili öğretisinin felsefî ve örgütsel boyutu, kadim Babil ekolüne ve Pisagoryen öğretilere dayalı Saabi inançlarının, Maniciliğin, Neo Platonculuğun, Hermetizmin, kısaca o güne kadar var olan Batıni ekollerin bir devamı olduğunu açıkça göstermektedir.

İslamiyet’in, kendi bünyesinde var olan, Hanif dinin Batınî felsefesi ve kimi uygulamalarının dışında, Sünni yönetimin Batıni ekollerle ilk karşılaşması, Mısır‘ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada Mısır’da halkın bir bölümü Hıristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Mısır’ın Batıni inanç sisteminin merkezi olan Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs‘e geçmişlerdi. Ancak Batıni doktrin, varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye’deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.

Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Onların, Hıristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi inanış biçimlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kâfirlerdi…Müslüman oldular.» (Cihangir Gener)

yedi ulu ozan
«İslam kültür ve düşünce tarihini derinden etkileyen hiç bir tasavvuf cereyanının, İslamiyet’in beşiği olan Arabistan’da doğmamış, gelişmemiş ve yerleşmemiş olması -ki bugün de öyledir- tasavvufun yapı itibariyle, İslamiyet’i kendi eski kültürleri dahilinde algılayan Mevalî orta tabakasının, kitabî ve nasçı İslam anlayışını temsil eden hakim Arap müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının bizce en reddedilemez delilidir.» (Ahmet Yaşar Ocak)

***

«Alevilik, İslam’ın çıkısına bu bağlamda sahiplenir. O değerleri, kendisinin değerleri olarak görür. Devletleşmiş İslamı ise reddeder. Belki, doğru anlamıyla İslam’ın “özü olma” söylemini bu temelde ifade ederek doğrulayabiliriz. Yolun bilgeleri ne yaptıklarını ve ne söylediklerini bilerek hareket etmişlerdir. Bu gün, bu söylemi dillendirenler, bu bağlamda değil, hem asimilasyon etkisiyle hem korku etkisiyle ve hem de soyu koruma etkisiyle bunu ifade etmektedirler.» (Haşim Kutlu)

bv

Ali Üzerine


Ali şeriatta Aslan,

Tarikatta Şah-ı Merdan
Marifette Veli, Evliya
Sırr-ı Hakk-i-Kat’te ise Ali’den başka Hakk yoktur.

İlim öğretilerinin sistematiği içinde (dinler gibi) her insanın bu kapılardan geçmek zorunda olduğunu bilen erenler, bunları her ne kadar isim olarak kendi içlerinde ifade etmişlerse de, birini (Şeriat Kapısını) Alevilik felsefesinin yapısı-öğretisi içinde tümden reddetmiş, diğerini ise (tarikat Kapısını) sadece ve sadece yaşadığı toplum içinde, yani müslümanlar arasında, gizlenebilmek için kullanmışlardır!!!

Marifet Kapısı, varlığın (Ali’nin) aşk ateşinde piştiği kapıdır. Tanrı’ya (Hakk-i-kat’e) kavuşmak uğruna her şeyden, kendi canından bile vazgeçmeye hazır olduğu kapıdır. Yapacağı tüm fedakârlıklar, O’nun için yapmayı özlemle beklediği ve zaten arzu ettiği şeylerdir. “Ali” artık evliyadır. Tanrı yolunda kendini kendinden silen, O’na kavuşmak için her şeyden vazgeçmeye hazır olan bir evliya.

Ve işte tüm bu tekâmül etmişlik ile “Ali” Tarikat kapısının sonunda elde ettiği “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” makamına ulaşır. Yani Alevilik çok açık ve net olarak reenkarnasyondan bahsetmektedir bu noktada!!! Yani, Alevilik Felsefesinde DEVRİYE olarak isimlendirilen reenkarnasyondan!!!

Haydar-ı Kerrar sözü, tekrar tekrar gelen demektir!! Tekrar, tekrar gelen!!!

Ali olarak “simgelenen” ve her kapıda farklı bir ifade ile anılan bu “sembol” varlık, binlerce yıllık serüveni içinde, Şeriat kapısında başladığı “evrim” yolculuğunu, her kapının sınavlarını farklı farklı bedenlerde ve zamanlarda vererek, tekrar tekrar gelip bu makamlardan ve kapılardan geçip en sonunda zorunlu enkarnasyonların son bulduğu Marifet kapısıyla devam eder. Çünkü Alevilik felsefesi, “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” diyerek bir tamamlamadan, tamamlanmadan bahsetmektedir.

Âdem ile başlayan, İnsan ile devam eden ve İnsan-ı Kâmil olarak sona eren bu evrim macerası, bakın alevîlik tarafından kendi özel diliyle nasıl ifade edilmiş:

Şeriat’te Adem oğluyum,
Tarikat’te Yol oğluyum
Marifet’te Kemal oğluyum,
Hakk-i-Kat’te Gök oğluyum
Atam Gök, Anam Yer

diyen bu felsefe, diğer taraftan, kendini âdem soyuna bağlayacağına götürüp Şit soyuna bağlayarak bir taraftan dünya yaşamının ve âdemin yaratılmasıyla ilgili bilgi verirken diğer taraftan da Tanrının ve kâinatın en büyük sırlarından birinin, insanın yaratılışının sırrını da “Hakk-i-Katte gök oğluyum” diyerek verir bize. İnsan gökten inen tanrısal bilinci, âdem ise bu tanrısal bilincin kullandığı bedeni anlatır Hakk-i-Kat’te!!!

Yukarı çıktıkça ve üst kapılar çalışmaya başladıkça insan, daha önce okuyup da hiçbir şey anlamadığı bir kitaptaki kâinatın tüm sırlarını veya tamamen dünyasal bir yaklaşımla baktığı Dünya hayatına farklı bir gözle bakıp onun içinde gizlenmiş olan tanrısal sırların hepsini görmeye başlar. İşte Ali’nin neden şeriatte (yani birinci kapıda), Aslan iken, en sonunda yani en üst kapıda (hakikat kapısında) Allah olduğunun sırrı budur. Çünkü O, yani Ali, Şeriat ve Tarikat kapılarında iken, doğayı, insanı, uzayı ve de Tanrıyı, ona Hakk-i-kat ilmi sözleri ile anlatacak boyuta-frekansa kapıyı açmamıştır daha. Dolayısıyla bu evrensel bilgilerin içeri girişi mümkün değildir henüz.

Bunun mümkün hale gelebilmesi de ancak Ali’nin eğitim alarak Şeriat okulunu bitirip Tarikata, Tarikatı bitirip Marifete ve oradan da Hakk-i-Kat’e ulaşması ile mümkündür.(Süleyman Diyaroğlu)

12 er
«Bu bilgi hazinesine giden kapının kilidi Ali’dir ve işte bu bilgi Ali yoluyla On İki İmam’a da intikal etmiştir. Kadim anlayışın tevil yoluyla İslam diline aktarılmasıdır bu.

Bu bağlamda, Ali isminde cisimleştirilen nitelikler, bütünüyle Teklik’e veya aynı bağlamda evrene, evrensel gerçekliğe ait vasıflardır ya da ona ait onda varolan kendinin bilgisidir. Bu bağlamda da, 12 imam’da cisimleştirilenler de aynı özelliklerdir. Bu özellikler, birçok nefeste dile getirilmiştir.
Buna Göre Ali:

1– Doğuş’tan öncesi varoluşa ilişkin bilinmeyen bütün bilginin tek anahtarıdır.

2– O bütün eski ve yeni çağların ve yne bu bağlamda bütün eski peygamberlerin ve yeni peygamberlerin tek sahibidir. Veliler ve imamlar çağının da tek sahibi odur. Bu nedenle; “Ali evveldir, Ali ahir.”

3– Eğer doğuşla gerçeklik kazanan bütün çoklukta o olmamış onun adı her şeye yazılmamış olsaydı hiçbir şey teklik çarkı içinde olmayacak ve ona bağımlı olmayacaktı.

4– Var olan Varlık’ın Üç kuvvetinden biri de Muhammed’dir ve Muhammed’deki bu gerçekleşme nedeniyle, onun nurundan nurlandıkları için bütün Peygamberlerin peygamberlikleri gerçeklik kazanmış ve onlar peygamberliklerini kanıtlamışlardır. Ancak bunun tek tanığı vardır, o da Ali’dir. Çünkü Ali, Muhammed Mi’rac‘a gittiğinde de orada Muhammed’e görünendir ve o’na “90 bin kelamı bildiren”dir. Kızılbaş Alevi dilinden Muhammed’e söylettirilen “Ben ilimin şehriyim Ali onun kapısıdır” sözün anlamı budur.

5– Ali tüm doğarak gelmiş olan varlıkların tek hakimidir. Çünkü o hem Üç’tür ve bu bağlamda her varlıkta varolandır; hem de bütündür ve tektir. Bu haliyle de bütün varlık ona bağlıdır, onda yok olma hareketi içindedir. Onun etrafında bir çark düzeni içindedir.

Pir Sultan‘ın;

“Ay Alidir Gün Muhammed
Üç yüz altmış altı sünnet
Balıklar da suya hasret
Çarka döner göl içinde”

dediği işte bu haldir. Bu nedenle iyi ve kötü, cennet ve cehennem arasındaki köprü ve köprüden geçişin anahtarı Ali olacaktır. Ali, cümle varlığın iradesinin toplandığı hazinedir. Hakk’tan gelip Hakk’a gitme olarak betimlenen çark düzeninde, çark içinde hangi varlık’ın nasıl ve ne şekilde doğuş yapacağını o belirlemiş ve yazmıştır. Bu yazıların saklandığı (Levh-i Mahvûz), muhafaza edildiği yerdir, makamdır Ali.

Bu sıralamayı alabildiğine çoğaltmak mümkündür. O çokluk doğmadan önce Var olan Varlık’ın yüreğidir, onun kendi varlığının tek kanıtıdır ve ispatıdır. Onun sözüdür. O dildir onun yazısıdır. O’nun okunacak kitabıdır. O göğün gürültüsüdür, o çakan şimşektir, yağan yağmurdur, kardır, berekettir, rızktır ve nihayet O; MürTeZa’dır; yani, doğan ve doğuran tek iradedir.

Yoğ iken ol dem zemin ü asüman ı kün fekan
Gün gibi ruşen olan envar sensin ya Ali.
Görünen miraç içinde enbiyalar şahına,
Suret-i Rahman olan didar sensin ya Ali.

Ali’ye ilişkin bu betimlemeler, Varlık’ın “doğuşu” yoluyla kendini gerçekleştirmesi anlayışı bağlamında, sırayla hem üçlük olarak hem de tek tek olarak on iki Nur’da gerçeklik alanına çıkmıştır. On iki Nur ise, Ali yoluyla onun evlatlarında cisimleştirilmiştir. Bu temelde her imam, Ali’ye atfedilen bu özelliklerin bir veya birkaçını kendinde toplamaktadır.

Bu yolu kurmuşlar Muhammed Ali, Hakk bilene Hakk’ın erkânıdır bu. Münkirler giremez demeden beli, Sadıklar girer, er meydanıdır bu.

Bu yolu kurmuşlar Muhammed Ali,
Hakk bilene Hakk’ın erkânıdır bu.
Münkirler giremez demeden beli,
Sadıklar girer, er meydanıdır bu.

Hasan ile Hüseyin sevdiği budur
Zeynel Abidin’in gördüğü budur
İmam Bakır’ın gösterdiği budur
Caferi Sadık’ın imanıdır bu

Musa-i Kazım’dan ayrıldı bir şah
Son meyvası pirim Bektaş Veliyullah
Rum’u irşad eden ol güzlü mah
Ayin-i cem’in Şah-ı Merdan’ıdır bu.

Aşıklar sadıklar buna yederler
El ele verdiler, Hak’ka giderler
Erler meydanında semah ederler
Aşk’a düşenin dermanıdır bu

İmam Ali, Taki’ye Naki’ye verdi
Ali Naki, Askeri’ye bildirdi
Muhammed Mehdi de bu sırra erdi
Muhammed Ali’nin devranıdır bu

Dahası da var. “Ali” ya da “12 imam” betimlemeleri, Kızılbaş felsefesinde birer şifredirler. Evrensel kuvvet veya kuvvetleri simgelemektedirler. Din ve din karşıtı dogmatiklerin anladığı gibi burada ne “İslamın Ali”si kastedilmekte ne de ona bir tapınım ifade edilmektedir. Kızılbaş anlayışında söz konusu evrensel kuvvetler, genel olarak insanda cisimleştirilerek anlatılmakla birlikte, zahiren eril ama batınen dişildirler. Çünkü Kızılbaşa göre evrensel kuvvetlerin en somut gerçekleştiği ve bilince çıkarıldığı vücut, İnsandır. İnsan aklıdır. İnsan evrenin ve evrensel aklın gerçekleştiği bir özettir. Evrende ne varsa ve nasıl işliyorsa insanda da o var ve öylece işlemektedir. “İnsan Hakk’ta Hak İnsanda” demenin anlamı da budur ve bu anlam evrenseldir. Ve hem de kadim(en eski)dir.

Dogmatikler ise Kızılbaşı, “Allahı insana benzetmekle” suçlamaktadırlar. Benzetişi “Kuvvet” olarak değil de “Sûret” olarak anlamaktadırlar. Anlam/Kavram Ali’yi, Kızılbaşın verdiği anlamdan uzaklaştırıp saptıran da aynı kafadaki yol erkân düşkünleridir. Gerçi, yukarıda Ali bağlamında anlattıklarımız genelde Kızılbaş düşüncesiyle ulaşılan açıklamalardan çok, Şah Hatayi’den bu tarafa oluşturulan, kısmen islami ilahiyat anlayışıyla bulaşık halde olan açıklamalardır. Bu gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu temel yapı ya da anlayış bilince çıkarılmazsa, ya da en azından konular bu düzeyde ele alınıp, nedir ne değildir kavranılmazsa, bir cehalet, bir kör dövüşüdür sürüp gider.“Biz Müslüman mıyız, değil miyiz, yol muyuz, mezhep miyiz, yok dinliyiz yok dinsiziz” kavgası yol evlatları arasında devam edip gider. Netleşmemiş bir çokluk yapısının, Bir’liğe ulaşması mümkün olmaz.

Akşamlara dek bir amentü gibi “Sevgi bizim dinimidir / Başka dine inanmayız” de dur; içindeki, senden farklı bir şey ifade edene, duyduğun öfkeyi bir yana atamazsan, o kine dönüşür zamanla. Orada sevgi ölür. Kötü egemen olur. Nefs egemen olur. Benlik kavgası, yol insanının dini imanı haline gelir. Böylesi bir çoklukta “Bir” olmaktan, “diri” olmktan, “iri” olmaktan söz edilebilir mi? » (Haşim Kutlu)

Language-Distribution

«Varoluş felsefesinde O’nu idealizmden materyalizme çeviren “Vahdet-i Vücut/Vahdet-i Mevcut” gibi tasavvuf aşamaları, Alevî-Bektaşî inancının toplumsal halk dini olmasını sağlamıştır.

Vahdet-i vücut’daki Kâmil İnsan yaratma aşaması, Vahdeti Mevcut’da Kâmil Toplum ve toplumlar yaratmaya dönüşür.

“Canlı-Cansız Doğayı” tanrısal özün görünüşüne çıkmış biçimi olarak görmek, aslında Tanrı’yı “nesnelerin toplamı” biçiminde algılamanın değişik anlatımından başka birsey değildir.

İnancın kâmil insanda tekleştirilmesi, bu birliğin de “Tanrı-evren-insan” birlikteliğinden oluşması kadar güzel bir inanç olamaz. Ayakları yere basan bir tanrı inancı tek tanrılı dinlerde yoktur, bütün kıyımlar da bundan dolayıdır.

Alevilik evrende elle tutulan, gözle görünen bütün maddesel örtüyü tanrısal özle birleştirerek tekleştirmiştir. Alevi inancı tanrıyı kâmil insanın gönlüne sokmuştur. Tanrıyı toplumdan kopuk hükmedici konumundan alıp ete kemiğe büründürerek gerçek yaşamın içine sokmuştur.» (Esat Korkmaz)

Derleme: Şahin Kaya

thoth_hermes_mercury1

İskenderiye Gizem Okulu

Milattan sonra dördüncü yüz yılda İskenderiye şehri eski dünyayı yönlendiren Hermetik Öğretinin başkentiydi. Bilim, sanat ve edebiyat dünyasının kalbi burada atıyordu.

“Burası bilinen dünyanın her yerinden alimlerin öğretmek, öğrenmek, tartışmak ve eski dünyanın en muhteşem kütüphanesini yaratmak için toplandıkları yer”di.(1)

Eski dünyanın entelektüel birikimi ve tüm bilgeliği buradaydı. Dördüncü yüzyıla gelinceye kadar, Hermes’in öğretisi içinde yoğrulmak aşkı ile tutuşan tüm bilginleri, sanatçıları, edebiyatçıları büyülü bir kuvvet ile baştan çıkartan ve kendine çeken bu şehir, yeryüzü Hıristiyan kıyıcılığı ile tanışmadan önce dünyanın kültür, sanat ve bilim merkeziydi. Hıristiyanlık öncesi çağlarda; “Felsefe ve matematiğin, teolojinin, filoloji ve bilimin en önde gelen merkezi olan İskenderiye, gerçek anlamda bir üniversiteydi.”(2)

İskenderiye okulunda felsefe aristokrasinin fikri mülkiyeti olmaktan çıkarılıp, ilgi duyan bireylerin tümüne açık hale getirilmiş, sınıf ve cinsiyet farkları ortadan kaldırılmıştı. Ancak İskenderiye bir gizem okuluydu. Gizemler doğaları gereği, ancak donanımlı, algılama seviyeleri yüksek kişilere açıktırlar. İskenderiye gizem okulunun yetkin olmayana kapalı duran kurumsal yapısı ve entelektüel seviyesi, onu ortadan kaldırmak isteyen Hıristiyan kilisesinin işini çok kolaylaştırdı. İskenderiye şehrinin kültür birikimi, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edildiği dördüncü yüzyıldandan sonra Hıristiyan papazların kışkırttığı kör kalabalıkların vahşi çığlıklarına kurban edildi.

“İskenderiye’nin altın çağı hoşgörüsüz Hıristiyan ‘Kutsal’ Roma imparatorluğunun doğuşu ile sona erdi. Eskilerin kapsamlı dünya bilgileri ve gelişmiş kültürlerine rağmen, Hıristiyanlar onları, aslında ‘kırsal kesimde oturanlar’ anlamına gelen ‘pagan‘ damgasını vurarak yok saydılar.”

İskenderiye okulunun ortadan kaldırılması girişimleri ilki, dördüncü yüzyılın sonlarında meydana geldi. 391 yılında Hıristiyan piskoposu Theophilos, Hermes’in Mısır’da yaydığı dine ait tapınaklardan birini kiliseye dönüştürmek istedi. Hermes yanlıları bu girişim karşısında çılgına döndüler. İsyan edip sokaklara döküldüler. Büyük bir ayaklanma başladı. Şiddetli çarpışmalar oldu. Bizans valisi Hıristiyanları da yanına alarak kalkışmayı bastırdı. Daha sonra , İmparator ve vali tarafından başkaldırının asıl suçluları oldukları tespit edilen İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunan Hermetik kitapların büyük bir bölümü Bizans imparator I. Theodosius’un emriyle şehrin hamamlarında yakıldılar.

Hypatia
Hypatia (370-415)

İskenderiye okulu’nun bilginlerine ve kitaplarına karşı Hıristiyanlığın giriştiği vandal hareketler yirmi dört yıl boyunca aralıksız sürdü. İskenderiye kütüphanesi‘nde çalışan Hypatia adındaki son büyük bilgin ve filozof 415 yılında “..bir Hıristiyanlar güruhu tarafından yakalanarak etleri deniztarağı kabuklarıyla parçalanmak sureti ile öldürüldü ve bedeninden geriye ne kaldıysa yakıldı. Bu hareketin başında bulunan Patrik Kyrillos daha sonra St.Kyrillos adıyla aziz mertebesine yükseltildi. Büyük kütüphane pagan batıl inançları içermesi gerekçesiyle sonunda yakılıp yok edildi ve bir servet değerindeki bilimsel eserler dört bir yana dağıldı”. (3)

Eski Çağ‘ın en büyük bilim yuvasını son nefesini verinceye kadar terk etmeyen, bağnazlığın imparatorluğuna ödün vermeden tek başına direnebilecek kadar cesur olan ve bu nedenle, Bizanslı Hıristiyanlar tarafından ağır işkenceler altında katledilen, Hermes geleneğinin son büyük bilgesi, Hermes bilgeliğinin ve gizemli kadim yazmaların metanetli savunucusu, Hypatia (büyük bir özveri ile imkânsızlığa karşı direnen Karacahöyük Dergâhının Kadnı Ana’sı gibi) bir kadındı.

Bizans İmparatoru I.Theodosius, İskenderiye’den sonra İmpartorluk içindeki Hermes ekolünden gelen tüm mabetleri Hıristiyanlık karşıtı gelişmelerin kaynağı sayarak kapattı. Bizans topraklarında o güne kadar görülmedik ölçülerde bir kitap yakma olayları yaşanmaya başlandı. Sadece İskenderiye kütüphanesi‘nde yakılan kitapların sayısı 400.000 civarındaydı. Hıristiyan bağnazlığı insan aklının alabileceği sınırların çok dışına taştı. Onca değerli kitap, dünyanın geleceğinde artık bir daha var olmamak üzere kaybolup gitti.

Bu kitap yakma olayları aslında bir tür, insanlığın kayıtlı hafızasını imha etme girişimleriydi. Hıristiyanlık, insan zihninde kendi öğretisine boşluk açmak, yer bulmak için insanlığın beleğini boşaltmaya kalkışmıştı. Bu yangınlarda her şey kaybolmadı.Yangınlardan canlarını ve kimi değerli kitaplarını kurtarabilmiş Hermes bilgeleri yüzyıllar boyu geleneklerini yeraltında sürdürdüler. Büyük yangından uzun yüzyıllar sonra Hermetik eserler ilk önce Bağdat sarayında gün ışığına çıktılar. Hermetik eserlerin Bağdat’ta Arapçaya çevrilmesiyle birlikte Bağdat sarayı bilimde, sanatta ve edebiyatta büyük gelişmeler gösterdi. Arap kabile devleti kısa zamanda bir dünya imparatorluğuna dönüştü.

Arap İmparatorluğu şaşırtıcı çıkışını tamamladıktan hoşgörüsünü kaybetti, bağnazlığa teslim oldu. Hermetik eserler ve Hermes geleneğinden gelen bilginler Bağdat’tan dışlandılar kovuldular.

“Arap camiasının giderek hoşgörüsüz bir hale gelmesi üzerine hermetik kitaplara sahip olanlar güvenli bir sığınak arayışı ile yollara düştüler. Onbeşinci yüzyılda birçokları Kuzey İtalya’da toleranslı bir şehir devleti olan Floransa’ya kaçtılar ve burada bu bilgelik felsefesi yine büyük kültürel bir gelişmeye ilham kaynağı oldu.” (4)

Hermetik yazıların batıda yeniden ortaya çıkmasıyla birlikte yaşadığımız uygarlığı hazırlayan ‘Rönesans’ın doğuşu başladı. “Leonardo da Vinci, Dürer, Bottiçelli, Roger Bacon, Paracelsus, Thomas More, William Blake, Kepler, Kopernik, İsaac Newton, Sir Walter Raleigh, Milton, Ben Johnson, Daniel Defoe, Shelley ve eşi Mary,Victor Hugo ve Carl Yung” başta olmak üzere Rönesansın reform hareketine katkıda bulunan pek çok sanatçı, filozof ve bilim adamı Hermetik yazılara borçlu olduklarını kabul etmekteydiler.

aleviligin-kokleri

Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kökleri, ss.197-200

1) Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dost Yayınları, s.179
2) Timothy Freke/Peter Gandy, Hermetika Hermes’in Kayıp Sözleri, EgeMetaYayınları, s.12
3) Age. s.14
4) Age. s.10

Batınî Bir Ekol: İsmailî’lik

İSMAİLİ İNANÇLARININ TÜRK VE BATI DÜNYASI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

İsmaililik nedir? İsmaililer, kimlerdir? İslamiyet’in ortodoks inanırları tarafından yüzyıllardır sapkın olmakla suçlanan İsmaili mezhebi, hangi görüşleri savunmaktadır? Nasıl ortaya çıkmış, hangi süreçte gelişmiştir?

“Haşhaş İçenler” olarak tanıtılan İslamiyet’e ve kurulu düzene baş kaldırdığı öne sürülen İsmaililer hakkındaki suçlamalar, hangi ölçütlerde doğrudur? İsmaili Fedailer örgütü, gerçekten eli kanlı katiller, teröristler örgütü müdür?

Bu çalışmamızda, tüm bu sorulara cevap arayacağız ve bunu yaparken, resmi tarih kaynaklarından daha çok, alternatif tarihe ve gizli kalması için çaba harcanan tarihi verilere dayanacağız.

İsmaililik, İslami muhalefet hareketi olan Ali yandaşlığının bir türevidir. Muhammed’in ölümünün akabinde, yeni dinin Batınilik yanlısı grubu olan Hanifler, halifeliğe damadı Ali’nin seçilmesini istemiş ancak Sünni çoğunluğun kabulü ile, Ebubekir halife seçilmiştir. Ali yandaşları, Ömer ve Osman’ın halifeliğini de kabul etmemiş, Ali’nin kısa süreli ve iç çatışmalarla geçen halifelik döneminden sonra oğullarının katledilmeleri ile, İslamiyet günümüze kadar süren bölünme ve çatışmalara sürüklenmiştir.

İsmaililik de, Ali’nin katliamdan kurtulan torunu Zeynelabidin’in soyundan gelen Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Batınilerin örgütü olmuştur. İsmaililik ve diğer Batıni ekoller, Ali yandaşlığı vasıtasıyla Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak bu ekollerin genel tutumu, Müslümanlığın ortodoks Sünni sistemini kabul etmeyen farklı inanç ve ideolojilerin Müslümanlık bünyesi içerisinde, kendi inançlarını sürdürme çabalarının ifadesidir. Nitekim, İsmaili öğretisinin felsefi ve örgütsel boyutu, kadim Babil ekolüne ve Pisagoryen öğretilere dayalı Saabi inançlarının, Maniciliğin, Neo Platonculuğun, Hermetizmin, kısaca o güne kadar var olan Batıni ekollerin bir devamı olduğunu açıkça göstermektedir.

İslamiyet’in, kendi bünyesinde var olan, Hanif dinin Batıni felsefesi ve kimi uygulamalarının dışında, Sünni yönetimin Batıni ekollerle ilk karşılaşması, Mısır‘ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada Mısır’da halkın bir bölümü Hıristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Mısır’ın Batıni inanç sisteminin merkezi olan Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs‘e geçmişlerdi. Ancak Batıni doktrin, varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye’deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.

Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Onların, Hıristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi inanış biçimlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kafirlerdi…Müslüman oldular.

Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır‘da, yeni yönetimin ilk işi, daha önceki çağlarda olduğu gibi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulda asırlar boyunca toplanmış olan ve hemen her fetihten sonra yakılan muhteşem İskenderiye kitaplığını, Romalılardan sonra bir kez daha yakmak oldu. Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı. Müslüman olmak ve öğretilerini İslam’i bir çerçeveye oturtmak. Bunun için filozoflar, İslamiyet’in içindeki Batıni muhalefetten yararlandılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer‘in karşısında olan, Peygamberin damadı Ali‘nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları olarak, İslamiyet’e bambaşka bir boyut getirdiler. Fatımilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde, Sünnilerin önerdiği İslam dini anlayışı değişti. Yaratana tapınma olgusu yerini, Tanrı-evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı. Sünni ortodoks Müslümanlar bu durumu derhal sapkınlık olarak nitelendirdi. Ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Karşılarındakiler, Peygamberin damadının yandaşıydılar ve hepsi de Müslüman’dılar.

Bu inanış biçimi, Arapların Müslümanlaştırdığı halklar arasında öyle yayıldı ki, Şiilik adı altında, birbirine hiç benzemeyen Zerdüşti İranlılar, Mısır’lı Fatımiler, Şamanist Türkler, aynı çatı altına toplandılar. Hepsinin de Ali yanlısı görünmesine karşın Şiiliğin, Alevilikle, Batınilikle ve Dürzilikle benzeşmemesinin altında yatan gerçek budur. Zerdüşt yanlıları, kendi dinlerinin birçok normunu koruyarak Şii, Şamanist Türkler Alevi ve Mısır’lılar ile Ali’yi savunan diğer bazı Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da, Dürzi ya da diğer bazı Batıni mezheplerin üyeleri olmuşlardır.

İslamiyet’i kabul eden İskenderiye okulu mensupları, derhal Yunanlı filozofların ve özellikle de Pisagor ve Eflatun‘un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran’daki bazı deyişlerden ilham alan filozoflar, “Tanrının sıfatlarından birisi de Alim’dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir” diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri çerçevesinde, daha da rahat yayma fırsatı buldular.

Yeni Eflatuncu filozofların etkileri kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Filozoflar bu akıma Tasavvuf, kendilerine de Sufı adını verdiler. Onların görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve mezhep oldu. Öyle ki, zaman içerisinde Sünni görüşlü mutasavvıflar dahi ortaya çıktı.

Sufiler, Mısır‘ın yanı sıra Mezopotamya‘da da son derece etkiliydiler. Basra‘da çok güçlü bir sufi merkezi, “İhvan-ı Sefa” oluşmuştu. Gizli dernekler haline getirdikleri mekânlarda bir araya gelen sufiler Bağdat‘ta da aynı merkezi kurdular. Abbasiler döneminde Bağdat‘ın İslam dünyasının başkenti haline gelmesi, sufiliğin de tüm Müslüman dünyasında yaygınlaşmasına neden oldu. Sufi önde gelenlerinin üyesi bulunduğu Karamiler mezhebi, İskenderiye, Kahire, Bağdat, Basra’nın yanı sıra, Kudüs‘te, Türkistan‘ın birçok kentinde ve Gazze Sultanlığının hemen her köşesinde tekke kurdu. İslamiyet’in Sünni taraftarlarına karşı Sufiler, son derece akılcı ve gizli bir savaş sürdürürken, Sünnilerin karşısına açıkça çıkan Şii’ler bir süre sonra yenilmekten kurtulamadılar. Buna karşın, Emevilerin saltanatları sırasında uyguladıkları baskı ve zulüm, Batıni Müslümanların ortodoks Sünnilere karşı nefretlerinin içten içe sürmesine neden olmuştu. Bu nefret, İsmaili ve Fatimi ayaklanmaları ile doruk noktasına ulaştı.

Ali‘nin iki oğlunun ve pek çok yandaşının Kerbela‘da öldürülmelerinden sonra, sağ kalan tek torunu Zeynelabidin‘in ve onun soyundan gelenlerin, Şii mezhebi inanırlarına İmam olmalarını Sünni yöneticiler kabul ettiler. Ancak bunu, Şiileri kontrol altında tutabilmek için yapıyorlardı ve İmamların hepsi, yönetimin elindeki birer kuklaydı. “İsmaililer”, İmam Cafer Sadık‘ın oğlu İsmail‘in imamlığını kabul eden Karamilere verilen ad oldu. Öte yandan köklerini, Peygamberin ortodoks Sünnilerce öldürülen kızı, Ali‘nin karısı Fatma‘ya kadar götürmeleri nedeniyle de Mısırlı Ali yandaşlarına, “Fatımiler” adı verildi.

İsmaililerin hedefi, filozof Farabi‘nin deyimi ile, “gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan bir cumhuriyeti kurmaktı”. İmam İsmail‘in ölüm yılı M.S. 760 olduğuna göre, İsmaili mezhebinin de bu tarihlerde kurulduğu sanılıyor. Ancak, 7 dereceli inisiasyona dayanan İsmaili örgütlenmesine, İsmaili Şeyh El Cebel‘i, Meymun oğlu Abdullah döneminde başlandığı biliniyor.

İlk İsmaili devleti M.S. 874’de Hamat Karmat tarafından, İran körfezinin güneyindeki Lasha‘da kuruldu. Yaklaşık 150 yıl kadar varlığını sürdüren bu devlet tamamıyla laikti. Karmatiler adı verilen ve bir meclis tarafından yönetilen bu devletin orduları M.S. 929’da Mekke‘yi işgal etti ve Kabe‘deki kutsal kara taş “Haceri Esved”i alarak Lasha‘ya götürdü. Bu arada mezhebin Ortadoğu’ya yayılmış diğer kolları da boş durmuyor, başta Bağdat olmak üzere tüm büyük İslam kentlerinde, gizli İhvan-ı Sefa dernekleri halinde örgütleniyorlardı. Karmatlar bir süre sonra Bağdat ve tüm Mezopotamya’yı kontrol eder hale geldiler. Bağdat‘taki halife tam anlamıyla bir kuklaya dönüşmüştü ve ipleri de Lasha‘daydı. Mütezile akımının Bağdat‘ta ortaya çıkışı işte böyle bir ortamda gerçekleşti. Sünni İslami otoritenin yokluğundan faydalanan sufiler, her türlü dini ve siyasi fikri tartışır hale geldiler. 10. yüzyılda, Bağdat hilafeti, yönetimi laikleştirmek zorunda kaldı. Halifeler, teokratik birçok ayrıcalıklarının yanı sıra, örneğin Cuma namazında adlarına hutbe okutmaktan bile vazgeçtiler. Namaz kılma, oruç, haç gibi ibadet zorunlulukları kaldırıldı. Bu arada, kadınların da erkekler ile eşit olduğu kabul edildi.

Karmatlar, Bağdat hilafetinin ricası üzerine, Haceri Esved‘i Kabe‘deki eski yerine koymayı kabul ettiler. Bağdat‘ta yönetim, “Umera” denilen, İhvan-ı Sefa derneklerine dayanan sufilerin elindeydi. İslamiyet’in başkentindeki bu ortam İran‘dan Türkistan‘a ve Endülüs‘e kadar birçok yerde yankılarını buldu.

M.S. 909’da, İsmaili inançlı bir başka devlet, Fatimiler, Mısır’da kuruldu. Karmetiler gibi Fatimiler de, İsmaililiğin 6. derecesine sahip inisiyatik bir meclis tarafından yönetiliyordu. Bu meclislerin başında 7. dereceye sahip İsmaili şeyhleri, devlet başkanı konumunda yer alıyorlardı.

Fatımiler, piramitleri ve mabetleri inşa eden Mısırlı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yeni bir örgütlenme ile bu loncaları kalkındırdılar. “İzciler” anlamına gelen “Fütüvve” adı altında, genç İsmaili sanatkarlardan kurulu muazzam bir askeri güç oluşturuldu. Diğer tüm Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi, Fütüvve’de de, derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan Fütüvve teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen “Ahi” adı verilirdi.

Türkler arasında yaygınlaşan, Fütüvvenin yan kuruluşu Ahilik, adını bu kaynaktan aldı. Fütüvve içinde Ahi‘lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, her biri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi. Tüm Fütüvve teşkilatının lideri olan ve sadece devlet başkanı konumundaki Şeyh el Cebel‘e karşı sorumlu olan bu kişinin unvanı, “Şeyhüssüyun” idi. Fütüvvenin, o sıralarda giderek güçlenen Sünni inançlı Selçuklular’a karşı koyabilecek bir kuvvet olması amaçlanmıştı. Bu kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı.

Cihangir Gener

(Devam Edecek)

 

Harabat Ehliyiz

Bir nefesçik söyleyeyim
Dinlemezsen n’eyleyeyim

Batın’da, mâna dilinde;

Dem, Mey, Kevser, Nefes: İlim, hakk kelamı…düşünsel gıda.
Mey-Hane: İrfan mektebi. Cehaletten kurtulup kemalete erenler topluluğu (güruh): Güruh-î Naci.
Naci: kurtulan
Güruh: topluluk
Saki: ilimi aktaran pir, mürşit…İnsanı Kâmil.
Mestane: Meyden sarhoş olan, ilim ile mâna gözü açılan Talebe (talip)… bu ilim ile kendinden geçip çoşan, gerçeğe eren.
Vahdet: birlik

Harabat Ehliyiz Mestaneyiz Biz
Alemin Nadanı Biganeyiz Biz
Vahdet Şarabından İçmek İstersen
Bizden İç Şarabı Meyhaneyiz Biz

Muhabbet Kevserdir Saki Ali’dir
Ol Saki Elinden Mestaneyiz Biz

Pir elinden kevser geldi
Derya gibi çoştu gönül

Pir elinden dolu dolu
Sarhoş oldu içti gönül
Pir Sultan

Sundular aşk meyin mestanelikte
Kırkların Cem’inde dar’a düş oldum
Sıdkı Baba

Ozan, aşkın şarabını burada içtiğini, içtiği badelerle (yani düşünsel gıdalarla), gizli bilgilerle, kendinden geçtiğini; Kırklar Cem’inin gerçek anlamını burada öğrendiğini anlatıyor. “Kırklar Cem’inde dâr’a düş olmak”; Kırklar Cem’inin vermek istediği iletiyi algılamak ve onun imgesel bir tasarım olduğunun bilincine ulaşmaktır.

Kırklar Cem’i Alevi-Bektaşilik’te çok temel bir ritüeldir. Kırklar Cem’i birebir, pratik olarak yaşanmış bir Cem değildir. Bu tamamen Alevi-Bektaşi ulularının ortaya koyduğu “Kozmik ve Gnostik” bir Tasarımdır. Burada derin bilgiler, gizemli söylemler ve Bâtıni anlayışlar söz konusudur. Bu Cem; hem evrenin gizli bilgilerinin, evrene bakışının, Tanrı anlayışının; Tanrı+Doğa+İnsan birlikteliğinin; Hak Anlayışının ve bu doğrultuda Hak+Muhammed+Ali birlikteliğinin ve tüm bunların sonucunda ortaya konan insanın ve toplumun kurtuluşunun bir tasarım içinde sunulmasıdır. Kırklar Cem’in de önderlerin, sezgisel ve aşkın bir konumda veya düşüncede gerçeğe varma yoluyla ulaşılan ve içrek bilgilerle düzenlenmiş imgesel bir tasarım söz konusudur. Yani söz konusu Cem, geleceğe dönük düşünsel bir üretimi kapsar.

Kırklar Cem’i modeli (tasarımı); Alevi-Bektaşi öğretisinin insanlığı geleceğe taşıyacak olan ve toplumları her türlü olumsuzluklardan kurtarmayı ilke edinen ve özünde “Kamil Topluma” ve bu toplumu var etmek için de “Kamil İnsan”a ulaşmayı hedefleyen bir modeli oluşturur. Sıdkı Baba’nın dizelerinde bu gerçekler dile getirilmiştir. (Süleyman Zaman)

– Şahin Kaya –

Enel hakk – Sonsuz potansiyel olan Tanrı

“Enel hakk” “Ben Hakkım, Ben Tanrı’yım” ne demektir?

İnsanlar delirdiklerinde ya da ego patlaması yaşadıklarında mı söylerler bu sözü?

İşte bu felsefenin/öğretinin herkese verilmemesinin nedeni de bunun gibi yanlış anlamalardır. Tasavvufta da Hint’te de bu hakikat felsefesi, sadece son kapıya ulaşmışlara verilir. Bu nedenle örneğin, Hint’te “gizli bilgiler” denir bunlara. Felsefî olarak henüz hazır olmayanlar, bunu büyük ihtimalle yanlış anlarlar.

“Ben Tanrı’yım” demenin böbürlenme ile, kendini büyük görmeyle egoyla falan uzaktan yakından ilgisi yok felsefî olarak. “Ben Tanrı’yım” demek, herkesin sonsuz potansiyelin bir parçası olduğunun bilincine varmaktır. Daha doğru bir deyişle, parçadan ziyade, hepimiz sonsuz potansiyelin (ki buna Tanrı da diyebiliriz) içinde ortaya çıkan görüntüler… gibiyiz. Ya da hepimiz, okyanusun üzerinde oluşan dalgalar gibiyiz. Kimimiz büyük kimimiz küçük ama hepimiz de aynı suyuz, okyanustan farklı değiliz. Tanrı denilen sonsuz potansiyel, yukarlarda oturan bir kral gibi falan değildir. Aslında biz, kendi içine bakan evreniz.

Bu nedenle örneğin Ömer Hayyam;

Tanrı mineralde uyudu, bitkide düş gördü, hayvanda uyandı, insanda kendini buldu der.

Bizler, Tanrı denilen sonsuz potansiyelin kendi içine bakmakta kullandığı enstrümanlarız. Dolayısıyla O’ndan ayrı değiliz. Tanrı denilen sonsuz potansiyel, aracılığımızla kendi kendini gerçekleştirmektedir.

Bu konuda “hamur” örneğini de verebiliriz… Tanrı denilen sonsuz potansiyeli sonsuz bir hamura benzetirsek biz, bu hamurun üzerinde oluşan farklı farklı şekilleriz. Şekil olarak yüzeysel bakıldığında farklıyız ve gerçeğiz ancak nihai gerçeklik boyutundan bakınca hepimiz de biriz çünkü aynı hamuruz, oluşan şekiller de tekrar hamurun kendisi olmakta… Yani nihai gerçekte biz yokuz olan sadece hamur (Sonsuz potansiyel olan Tanrı). Biz bu hamurun (Tanrı’nın) kendisini şekillerle ifade etmesiyiz. Dolayısıyla ortada sonsuz potansiyelden (Tanrı’dan) başka bir şey yoktur ve bu anlamda “biz” denilen şey illuzyondan ibarettir.

Ozan Firat

Monoteizm vs Panenteizm

Mevcudat; sonsuz potansiyelin tezahürüdür!

Eğer Tanrı’nın gerçek anlamda her yerde olduğu soyleniyorsa, Tanrı’nın gerçek anlamda her türlü mekândan tamamen bağımsız olduğu söyleniyorsa gerçek tevhid monoteizm değil panenteizmdir, yaratılış fikri de çeliskilidir. Tanrı “tek” değil “tüm”dür.

Literal anlamda “yaratılış” fikri çeliskilidir çünkü Tanrı’nın mekânı yoktur başka bir deyişle Tanrı zaten her şeydir, ve her yerdedir. Tanrı gerçekten de her şey ise ve “her yerde” ise kendisinin olmadığı bir yer de yok demektir. Kendisinin olmadığı bir yer yoksa nereye kendisinden bir şekilde ayrı bir şeyler yaratacaktır? Tanrı eğer her şey değilse, bir şey ise o zaman nasıl ona gerçek anlamda “her türlü mekândan bağımsızdır” denebilir? “her şey” olan bir varlığın kendisinden ayrı olarak “bir şey” yaratabilmesi mümkün değildir çünkü kendisi zaten her şeydir eğer kendisinin bir şey yaratması söz konusuysa bunun için bir anlamda mekâna bağlı olması gerekir. Dolayısıyla “yaratılış” falan yoktur ya da “yaratılış” kelimesiyle anlatılan şey, evrenin Tanrı’nın bir tezahürü olmasıdır. Dolayısıyla evren Tanrı’nın bir tezahürü ise etrafımızda neyi görsek neyi hissetsek Tanrı oradadır, çünkü “bütün evren Tanrı’nın içinde örülegelmiştir.”

Yani 5 duyumuzla görüp algıladığımız hiçbir şey Tanrı’dan yoksun değildir, yoksun olsaydı “kısır bir kadının oğlu gibi bir hiçlik olurdu o.” Tanrı her bir atomun içindeki hareketi/devinimi sağlayan enerji dolayısıyla her şeydeki sonsuz enerji olduğuna göre, aynı zamanda maddedir de çünkü “enerji” ve “madde” kavramları da özde yani nihai noktada, bambaşka şeyler değildir, madde enerjinin bir başka halidir ya da yoğunlaşmış halidir de denebilir. Tanrı görünen ve görünmeyen her şeydir, hem ışıktır hem de karanlık, fizik yasalarıdır, doğa yasalarıdır. Bakış açısına ve idrak seviysine göre hem nihai gerçek hem de yanılsamadır.

Tanrı gerçekten de her yerdeyse yani her şey ise bu bizleri de kapsamaktadır, okyanustan alınmış bir su damlası nasıl özde “okyanus” ise biz de öyle Tanrı’yız denilebilir. Her şeyin Tanrı’nın parçası olması, bunların toplanıp Voltranı oluşturur gibi Tanrı’yı oluşturacağı anlamına da gelmez, toplanıp Voltranı oluşturamayız tabi parçalar toplanıp sonsuzu oluşturamaz biz de sadece o sonsuzun tezahürleriyiz zaten amacımız sonsuzun içinde erimek tıpkı başlangıçta olduğumuz gibi.

Bardak ters çevrilerek oraya hapsolmuş bir hava nasıl ki her yerdeki havaysa özde ondan ayrı değilse, biz de öyle Tanrı’dan ayrı varlık değiliz denilebilir.

Strict Monoteizm’de Tanrı’nın sayısal anlamda basitçe “1” olması da mekânlar üstü Tanrı fikriyle çok uyumlu değildir, Tanrı’nın sayısal anlamda 1 olması imkânsızdır çünkü mekâna bağlı değildir, sayısal olarak birlik veya çokluk mekâna bağlı olgular için mevcuttur. Mekân/uzay düzleminde düşünürseniz sayısal olarak 1-2-3 bir şeyler için bir şeyler ifade edebilir mekâna bağlı olmayan şeyler için ise saçmadır.

“Tanrı bir midir” ifadesi “Boşluk bir midir” ya da dünya için “hava bir midir” şeklinde sormaya benzer. Tanrı sayısal olarak 1 değildir ama “tüm”dür.

Tek Tanrılı dinler hem “Tanrı her yerdedir” der hem de yarattıklarının kendisinden ayrı olduğunu söyler bu da “Tanrı gerçek anlamda her yerde değildir” manasına gelir, monoteizm çelişkilidir.

Ozan Firat

Ali’ye Tanrı Diyenlerdeniz

Semavî dinlerin soyut, metafizik olan Allah” (Tanrı) tasarımlarını bakın nasıl somutlaştırıp Evren-Doğa ile, ve sonra ‘ete kemiğe büründürüp’ İnsanı Kâmil’in (Ali!) varlığı ile BİR ediyoruz, Hakk-i-Kat’de Tanrı Evren İnsan Birdir:

Ali’ye Tanrı Diyenlerdeniz!

Şah-ı Merdan cûşa geldi sırrı aşikâr eyledi
Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi
Ol dem şimşek yalap oldu yedi semâ gürledi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• yalap oldu : parıldadı
• sâki : (burada) kevser şarabı sunan veya özündeki tanrısal ışığı saçan
• bâki : sonsuza dek
• nur-u Rahman : Acıyan-Esirgeyen (Tanrının) ışığı

Ömer vardı ol Muhammed katına eyledi beyan
Ali midir ya Muhammed arşı âla’da gürleyen
Çark-ı gerdûn elindedir sırr-ı hikmet söyleyen
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• arş-ı Âla: Göğün en yüksek (9.) katı. Allah’ın Tahtı
• Çark-ı Gerdûn: Dönen çark, Dönen gökler

Ol Muhammet buyurdu ki yektir Ali bir dedi
Hüve’l evvel hüve’l ahir her şeye kadir dedi
Ali’ye şek getirenler mutlaka kâfir dedi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Hüvel evvel, ahir: Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun). O, evveldir (ilktir) ve ahirdir (sondur), zahirdir (alâmetleri tüm varlıklarda görünendir) ve bâtındır (gizli olandır). Ve O, herşeyi en iyi bilendir.
• Şek getiren: şüphe duyan.

Kûn deyince var eyledi onsekiz bin âlemi
Hem yazandır hem bozandır levh-i mahfûz kalemi
Dertlilerin dermanıdır yarelinin merhemi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Kûn: OL!
• Levh-i Mahfûz: korunmuş levhâ. Olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah’ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir.

Lahmike lahmi buyurdu cismim Ali demmike
Ali benim veçhim dedi zü’l-celâl-ı rabbike
Hükmü bâki adîl handır ve lâ ilahi gayrüke
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Ya Ali Lahmike lahmi cismûke demmike demmî (Hadis’in tamamı): Ya Ali etin etimden, cismin cismimden, kanın kanımdandır.
• Zü’l-celâl-ı rabbike: Tüm yüceliklere sahip olan Rab, Tanrı. Büyüklük ve ululuk sahibi.
• Hükmi bâki adîlhandır ve lâ ilahi gayrüke: Yargısı adil ve sonsuza kadardır ve gayri Tanrı yoktur.

Sefil Ali‘m akıl ermez hikmetine Ali’nin
Sarraf olan kıymet biçer gevherine lâlinin
Âşıka mâşuk göründü aklın aldı delinin
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• gevherine lâlinin : kırmızı renkli değerli taşın özüne…

 Sonra da “Ali Benim” diyenlerdeniz!

Âyine tuttum yüzüme,
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme,
Ali göründü gözüme

Âdem Baba Havva ile,
Hem Allemel’esmâ ile
Çerhi felek semâ ile,
Ali göründü gözüme

Hazreti Nuh Naciyyullah,
Hem İbrahim Halilullah
Sinâ’da Kelimullah,
Ali göründü gözüme

İsâ’yı Ruhullah oldur,
İki âlemde Şah oldur
Müminlere penah oldur,
Ali göründü gözüme

Ali evvel Ali âhir,
Ali bâtın Ali zâhir
Ali tayyib Ali tahir,
Ali göründü gözüme

Ali candır Ali canan,
Ali dindir Ali iman
Ali Rahîm Ali Rahman,
Ali göründü gözüme

Hilmî gedayi bir kemter,
Görür gözüm dilim söyler
Her nereye kılsam nazar,
Ali göründü gözüme

Bilmeyenler bilsin beni
Ben Ali’yim Ali benim!
Pir Sultan

ates-ve-su

Aleviler Tanrısal vahiye inanmaz. Onlara göre Tanrının en büyük vahiyi doğa ve düşünen insandır. Şimdiye kadar yazılmış her şey insanların eseridir. Özellikle kutsal kabul edilen metinlerin yazanları da, Kâmil İnsanlardır. Bu nedenle, bu metinlerin Tanrısal kabul edilerek dogmalaştırılmasına, bazı parçaları alınarak, bunlarla zorunlu bir yaşam biçimi belirlenmesine kesinlikle karşıdırlar. Alevilikte en önemli Batıni inanç sudur teorisi ve Kâmil İnsan inançlarıdır. ◄ (Cihangir Gener)

Bektaşilik, evrenin, Tanrının sureti olduğunu, insanın da yer yüzünün Tanrısı konumunda bulunduğunu kabul eder. Tanrı insanın içinde olduğundan, Tanrısal özellikler olan düşünme yetisi, irade, eylem özgürlüğü de insanda mevcuttur. Gerçek ibadet, insanın düşüncelerini kendisi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İnsanın kendi dışındaki bir olguya ibadet etmesi gereksizdir. İnsanın kendi varlığını düşünmesi, ruhsal olarak gelişmesini sağlayacak ve birey, Kâmil İnsan konumuna ulaşabilecektir. Kâmil İnsanda Tanrı, bu evrende kendi bilincine varmanın en üst noktasına ulaşır.◄ (Cihangir Gener)

Anadolu Aleviliğinin ruh tasarımı, “varlık”tan esin alan ancak akıl yürütme yoluyla “kurgulanan” düşsel tasarımın “mistik maya” olarak kullanıldığı bir “maddeci” tasarımdır. Bu tasarımda “birey”, “toplum” ve “doğa” gibi somut kimlikler, doğasal ve toplumsal nesnel gelişim sürecinin bir parçası olarak açıklanır. “Ben”, ”Tanrı”, “Hak” gibi soyut kimlikler, görünmeyen ancak görünen nesneleri kuran atomlardan kurulu “nesnelerin” nesnelleşmesiyle/doğalaşmasıyla açıklanır. Demek ki doğa bilimlerinin “bilgi üretim süreci” ile bir “felsefi din”, bir “bilgelik öğretisi” olan Aleviliğin “bilgi üretimi” arasında “tasavvufi” kutsanmışlığına karşın, onu bilimsel bir kuram durumuna yükselten bir “koşutluk” bulunmaktadır. (Esat Korkmaz)

Ete kemiğe büründüm İNSAN diye göründüm

• Şahin Kaya •

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑