Ara

Alevîlik

Yol Erkân Meydan

Etiket

din

DİNSEL İNANÇ SİSTEMLERİNDE TANRI ALGILAYIŞI

TANRI’NIN VARLIĞI KAVRAMI

Her inançlı birey, kendi aklı ve ruhsal zenginliği sınırları içinde, Tanrı kavramı ve tasarımını kendisi yapar. Bu bağlamda, her insanın düşündeki Tanrı imajının tek doğru, ya da tek gerçek olduğunu söylemek olası değildir.

Tanrı’nın varlığına inanç konusu (varlığa inanma, inanmama) bireyin varoluşuyla birlikte insanlık tarihinin en eski, tartışmalı ve öncelikli sorunlarından biri olmuştur. Bu sorunun günümüzde de bütün çekiciliği ile karşımızda durmakta olduğu yadsınmaz.

Tanrı’nın varlığını kabul eden inanç sistemleri, Tanrı’nın var olduğunu bazı kanıtlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bu kanıtlar:

Ontolojik Kanıt : Tanrı kavramından Tanrı’nın varlığını çıkartmaktır. Bu görüş Orta Çağda St. Anselmus ve Yeni Çağda Descartes tarafından geliştirilmiştir.

Hudus Kanıtı (Varlığın ortaya çıkması) : Meydana gelen her şey, mantıken onu meydana getiren bir varlığa muhtaçtır. Evren de zaman içinde sonradan meydana geldiğine göre, onu meydana getiren varlık Tanrı’dır. Bu kanıt ilk olarak İslâm felsefesinde kelamcılar [1] tarafından kullanılmıştır.

Erdem kanıtı : Bu kanıtı St. Thomas kullanmıştır. Bu kanıtlamaya göre, evrende var olanların bir mükemmellik sıralaması vardır. Bu sıralamanın en üst katında bulunan, her şeyin en mükemmeli olan Tanrı’dır.

Ahlâki Kanıt : İnsanoğlu iyilik yapmaya, kötülüklerden kaçınmaya eğilimlidir. Bu bir ahlâk yasası olup, bu yasa öğrenilmemiş ve vicdanımızda hazır olarak bulunur. Bunu da insana kazandıran Tanrı’dır.

Yukarıdaki kanıtlar çerçevesinde Teist düşünce sistemini benimseyenler, Tanrı’nın varlığını nedensel olarak kanıtlamak isterler. Her şeyin bir nedeni vardır ve her bir neden başka bir nedenin sonucudur. Bu nedensellik zincirini, sonsuza kadar götürmek insan aklı için mümkün olmadığından, kendisi sonuç olmayan nedende durulur. Teizme göre, Tanrı bu ilk nedendir.

Paul Tillich, 20. yüzyılın ilâhiyat dalında en değerli eserlerinden biri olarak kabul edilen kitabında, Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmanın, Tanrı’nın yokluğunu savunmakla, yani ateizmle eş anlamlı olduğunu savunurken şöyle der: “Tanrı’nın varlığını kabul etmek de, reddetmek kadar ateistçe bir tutumdur. Tanrı, var olmanın ta kendisidir, ayrı bir varlık değildir.

DİN KAVRAMI

Din olgusunun, insanoğlunun varoluşuyla yaşıt olduğunu, bireyin dinsel varlığı ve din hayatıyla olan ilişkilerinin de, insanın varoldukça devam edeceği hususu, en azından çağımız açısından göz önüne alınması gereken bir gerçektir.

Dünyayı ve evreni tanıma, varlık hakkında bilgi edinme gereksinimi ile önce din ve daha sonra, içerik ve niteliği gereği dinin yanıtlayamadığı sorulara yanıt bulma çabası ile felsefî sistemler ortaya çıkmıştır. Sırayla; tanrısal İlham ve ilahi vahiyden din, filozofların düşünce ve sentezinden felsefe, ilim adamlarının deney ve gözlemlerinden de ilim ortaya çıkmış, bu üç temel sistemin insanlığa verdiği dinsel, felsefî ve bilimsel bilgi, değişim ve gelişime kaynak oluşturmuştur.

Tanrı inancı ile din inancı arasında kesin ve belirgin bir çizgi ve ilişkinin varlığı hakkında somut veriler yaygın değildir. Zira tanrısız dinler olduğu gibi gerçek dinle ilgisi olmayan tanrılar da vardır. Buda ve Konfüçyüs gibi, giderek din halini almış öğretilerde, açıkça Tanrı yoktur. Bir vahye dayanmayan dinlerin ise türlü türlü tanrıları vardır. Peygamberlerin getirmiş oldukları dinlerdeki Tanrı farklı özellikler taşımaktadır

İnsanoğlu, kadim dönemlerden bu yana içinde yaşadığı evrenin sırlarını araştırırken, temel düşünce sistemi (tefekkür) olarak Şamanizm, Hermetizm, Kabbala ve Epifani olmak üzere dört temel evre geçirmiştir. Budizm, Konfiçyüs Din’i ile Semavi Din’ler olan Musevilik, Hiristiyanlık ve Müslümanlık, bu dört tefekkürden etkilenerek ayrı ayrı yollardan insanlığı aydınlatmışlardır. Buna karşın bu dört tefekkür, bütün dinlerin dışında kalarak, insanlığı akıl ve hikmet, vicdan ve güzellik duygularıyla etkilemeye devam etmiştir.

Büyük Dinler, Doğu ve Batı Dinleri olarak ikiye ayrılırlar:

  • Hinduizm ve Brahmanizm, Doğu Dinleri’dir.( Panteist inanca dayalıdırlar)
  • Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet ise, Batı Dinleridir.(Teistik karakterdedirler).

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’i içine alan kitaplı dinlere Semavi veya Göksel Dinler denilmektedir. Bu tanımın, Semavi Dinlerin mensuplarının, dua ederken ellerini göğe açarak bir göksel varlığa yakarmalarından kaynaklandığı değerlendirilmektedir.

Tarih boyunca, nerede bir toplum varsa, orada mutlaka din olgusu da gündeme gelmiştir. Din; insanla beraber varolmuş, varolmakta ve öyle görünüyor ki en azından yakın gelecekte de bu bağlamda işlevini sürdürecek bir kurumdur. İnsanlık tarihinde ne kadar gerilere gidilirse gidilsin, dinî inançlardan yoksun bir topluma rastlanmamaktadır. Tarihi devrelerde olduğu kadar tarih öncesinde de insanoğlunun bazı inançlara sahip olarak yaşadığı, yapılan bilimsel araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bütün bunlar, toplumu ayakta tutan temel sosyal yapının başında dinin geldiğini ortaya koymaktadır.

İnsanlık, “din”i dışlayarak toplumsal, sosyal ve spritüel yapının sağlıklı bir şekilde oluşturulamayacağını ve bir yere varılamayacağını anlamış görünmektedir. Ancak, Brzezinski’nin şu saptamaları da düşünce yelpazesinde farklı algılayışlar olarak dikkati çekmektedir: “Her ne olursa olsun, gelişmiş dünyada, bilimin sınırları sonuna kadar zorlanacak ve insanoğlunun iç ve dış boyutları öyle değişecektir ki, bu, insan varlığının temel karakterinde bile etkili olacaktır. Umuyoruz ki daha uzak bir gelecekte, modern bolluk döneminin ve bilimdeki son gelişmelerin yarattığı ruhsal boşluğun farkına varılır ve modern toplum artık dikkatini yeniden hayatın felsefî ve ruhsal yönüne çevirir. Böylece, insanların şu anda sahip olduğu ve hatalı bir biçimde kontrol ettiğini sandığı gücün yerine, toplumsal olarak insanları daha birbirine bağlayıcı yeni ahlâki kriterler ortaya çıkabilir. Artık, merkezi olarak örgütlenmiş resmi dinin, insanların sosyal hayatında yeniden etkili olabileceğini düşünmek doğru bir inanış değildir. Bu nedenle, tarihi gelişimin dinamiğinden etkilenen insanoğlunun ruhsal sağlığı için yeni bir başlangıç noktası bulmak gerekir”.

TANRI’NIN VARLIĞINA İLİŞKİN TEMEL YAKLAŞIMLAR

Tanrı’nın varlığı konusunda genelde üç temel yaklaşım oluşmuştur. Bunlar sırasıyla:

  1. Tanrı’nın varlığını kabul eden görüşler : Teizm, Deizm, Panteizm, Pan-enteizm,
  2. Tanrı’nın varlığını reddeden Ateizm,
  3. Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öne süren Agnostisizmdir.

Bu görüşleri, kavramlar boyutuyla incelemeye başlayalım:

Tanrı’nın Varlığını Kabul Eden Görüşler:

TEİZM

Teizm, sözcük olarak, Fransızca: “Théisme”, Türkçe:”Tanrıcılık”, Arapça ise: “İlâhiyye” anlamındadır. Kavram olarak ise Teizm, evreni yaratan, sürekli olarak yöneten, kaza ve kadere egemen olan, insanüstü güçleri bulunan, kişilikli bir Tanrı’nın varlığını savunan dinlerin ve dinsel öğretilerin genel adıdır.

Teizm, diğer bir deyişle, varolan her şeyin yaratıcısı olan bir Tanrı’nın varlığına, mutlak ve sınırsız bir bilgiye ve güce sahip olduğuna, sarsılmaz bir inanç beslemedir. Doğanın üstünde ve ötesinde olan, yani evrene aşkın (transandantal) [2] olan bir Tanrı’ya duyulan inancı ifade eden Teizmde Tanrı; yarattığı varlıktan ayrı olan, fakat kendisini yarattıkları aracılığıyla gösteren, özünde kişisel olup, insanın ibadet ve itaatine en yüksek ölçüde layık olan varlık olarak görülür. Tanrı, bu anlayışa göre, yaratıcıdır, varoluşun kaynağı ve tanrısal değerin koruyucusudur. Tanrı’nın gücü her şeye yeter, O her şeyi bilir, O güç, gerçeklik ve değer bakımından yüksek bir varlıktır. Ve insan onu bilebilir ve ona erişebilir.

Teizmde:

  • Vahiy yolu ile insanlara buyruklarını gönderen,
  • Kutsal Kitaplar gönderen,
  • Peygamberler gönderen,
  • Evreni yaratan ve yöneten,
  • Aklı ve iradesi olan,
  • Sonsuz bilgi, kudret ve iradesiyle evreninin varlığını devam ettiren,
  • Aşkın, doğa üstü ve sonsuz yetkinlikte yüce bir varlık olarak, her an evrenin canlı-cansız her zerresinde etkin ve yetki sahibi, bir Tanrı anlayışı vardır.

Teizm öğretisi; inancı ve imanı, aklın ve düşüncenin, bilimin desteğinde ve evrendeki varlıklara ve onların yaradılışlarına bakarak pekiştirir.

Özet olarak söylenebilir ki, bütün Semavî Dinler, Teizmin genel prensip ve esasları üzerine kurulmuşlardır.

DEİZM

Deizm sözcük olarak Fransızca’da: “Déisme”, Türkçe’de: “Yaradancılık” veya “Nedentanrıcılık” olarak ifade edilir.

Kavram olarak Deizm, ilk olarak XVI. yüzyılda İngiltere’de ortaya atıldı. Lâtince’de Tanrı anlamındaki “Deus” sözcüğünden türetilmiş ve özgür düşüncecilerin (kiliseye bağlı olmayanların) Tanrı inancını betimlemek için ortaya konmuştu. Önceleri “Tanrıtanımazlık” (ateizm) karşısında, “Tanrıcılık” ya da “Tanrının varlığına inanmak” anlamında kullanıldı. Daha sonra “Yaratıcı-Tanrı” anlamına gelen “Teizm” sözcüğü benimsenince “Deizm”, varlığı akılla bilinebilen ve evrene karışmayan bir Tanrı anlayışı olarak kendine özgü felsefi bir nitelik kazandı.

Deizmi, Ortaçağ Avrupa’sında Hıristiyan din adamlarının, Kilisenin ve papaların menfaat ve hükümranlıklarını sürdürebilmeleri için ortaya attıkları dışkutsal dogmalara ve “Tanrı adına” diyerek halkın inançlarına, bilim dünyasına ve devlet yönetimlerine yaptıkları müdahale ve baskılara bir karşı tepki olarak oluşan, felsefi bir düşünce ve inanç sistemi olarak ifade etmek olasıdır.

XVI. yüzyılda Rönesans hareketi hızla Kıta Avrupa’sını etkisi altına almaya başlamıştı. Bu akım giderek aydınlanma hareketine dönüştü ve Kilise erki büyük ölçüde kırıldı. Kilisenin savunduğu Tanrı tasarımı vahye dayalı ve teistik bir tasarımdı. Başka bir deyişle, Kişi-Tanrı tasarımıydı. Aydınlar, Kilise otoritesi kırarlarken, doğrudan Tanrı’yı yadsımak yerine, Tanrı tasarımını değiştirmeyi daha uygun buldular.

Deizmi savunanların, kişileştirilmiş, yöneticiliği ve deneticiliği kabul edilmiş Tanrı algılayışına karşı, kişilik dışı ve yalnızca ilk neden ya da ilk devindirici olmakla yetinen bir Tanrı anlayışı ortaya koyması, Hıristiyanlığın Tanrı’sına açık bir savaş ilanı olmuştu. Çünkü böyle bir Tanrı’nın evren ve insan ilişkisi yalnızca bir ilk nedene bağlı tutulmuştu, o kadar. (Aristo’nun Tanrı’sı gibi). Buna karşın, vahiy, ilham, elçi (peygamber), kutsal kitap, yazgı (kader), kilise, papaz, ruhun ölümsüzlüğü gibi, kişi, kavram ve kurumların tümü yadsınmıştı. Deist anlayış içersinde, Kilisenin bilimsel çalışmalara “Tanrı” ve “Din” adına karışmaması, bilim adamlarına özgür bir ortam sağladı. Zaten, devindirdikten sonra Tanrı bile evrene karışmıyorsa, ne kişiler ne de kurumların Tanrı adına yaptırımı olamazdı. Ve yine Tanrı, evreni, dünyayı ve insanı yönetmiyorsa tarihte hiçbir şey kutsal olamazdı. Kilise, Tanrı’nın bedeni değil düpedüz insan eseriydi. Kimse onun arkasına sığınıp başkalarını suçlayamazdı. Bunun yanında Batılı bilginler doğa ile ilgili yeni bilgiler elde ettikçe, dinsel inançlara başvurmadan evreni açıklamanın olanaklı olduğunu anladılar. Ayrıca akıl, doğası gereği Tanrı’nın varolduğunu bilir, iyiyi, kötüyü ayırabilirdi. Bu nedenle otonom ve mekanik evren görüşü yandaşları “vahyi” de bir karışma olarak gördüler ve yadsıdılar.

Deizme göre ;

  • Tanrı, ilk neden olarak evreni yaratmıştır, ancak evreni yaratmakla işini bitirmiştir. Evren artık kendi yasaları ile işlemektedir. Deizm, sadece yaradan ve ilk neden olan Tanrı’nın başka nitelik ve güçleri üzerinde durmaz. Tanrı’nın daha sonra evrene müdahale etmesi akla aykırı olup, tıpkı bir saatçinin, saatini imal edip, saati kurduktan sonra, onunla bir ilişkisinin kalmaması gibi, evrene aşkındır.
  • İnsan için en önemli ödev, evren ve yasalarını akıl yoluyla bilmek ve anlamaktır.
  • Dinlerdeki duygusal ve akla aykırı Tanrı kanıtlamaları gereksizdir.
  • Akıl, vahiyle uyum içindedir. Ya da vahiy akla uygun olmalıdır. Dinin kutsal kitabı, aklın ışığında analiz edilmeli ve mistik öğelere ve mucizelere yer verilmemelidir. Buradan da anlaşılacağı gibi, söz konusu anlayış, peygamberlere ve dinlere gerek olmadığı ve bir tür ‘’doğal din’’ [3] düşüncesini benimseyip savunmaktadır. Cherburi (1581-1648 ), J. Locke, J.J. Rousseau, Voltaire tarafından temsil edilen ve savunulan bu Tanrı anlayışı, hoşgörü ve laisizmin gelişmesinde etkili olmuştur.
  • Deizm anlayışındaki Tanrı, Vahiy, Kutsal Kitaplar ve Peygamberler göndermeyen bir Tanrı olup, bu anlayış Vahyi, Kutsal Kitapları ve Peygamberleri kabul etmez.

Deizmin güçlü yanı da, zayıf yanı da katı bir akılcılığa dayanmasından ileri gelir. Aklî yaklaşımın dinî konularda yetersizliği ortaya çıktıkça, deizm, çözmekte güçlük çektiği birtakım sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Şüphesiz, deizmin en zayıf yanı, dini hayatın içerik ve fonksiyonuna ters düşen bazı anlayışlara içinde yer vermiş olmasındadır. Ötelerin ötesinde olan ya da başkalarının şaka yolu ile kullandığı bir deyimle “emekliye ayrılmış” bir Tanrı anlayışı, dini duygu ve düşünceyi tatmin etmez. İnanç olgusunda, dayanma, bağlanma, teslim olma, dua ve tövbe etme merkezî bir yer işgal eder. “İnsan, bırakınız kendisiyle, topyekûn âlemle dahi ilgilenmeyen bir Tanrı’ya nasıl ve niçin dua etsin, ibadet etsin? Böyle bir Tanrı’ya inanmak ne işe yarar?” sorusuna yanıt bulma sorumluluğu inanç sahibine aittir. Buna ilişkin olarak J.B. Broussuet, “… Hıristiyanlar Deistleri daima temelde basit Ateistler olarak görmüşlerdir ve Deizm, kılık değiştirmiş Ateizmdir.” demektedir.

Deizmi, Tanrı’yı yalnızca ilk neden olarak benimseyen ve onun başlıca nitelik ve güçleri üzerinde fikir yürütmeyen, ya da kesin tanımlamalarda bulunmayan, Tanrı kavramını kişileştirmeyen, öncelikle akıl yöntemini rehber edinen dinsel öğretilerin genel adı” şeklinde özetleyebiliriz. Deizm hiç kuşkusuz bir Tanrı inancıdır, ancak o Tanrı’nın belli hiçbir dini yoktur. Ünlü bir deyişle, “Deistlerce Tanrı evrenin dışına sürülmüştür”.

[1] Kelam: İslâm felsefesinde Tanrı’nın varlığını ve birliğini akıl ve mantık yoluyla kanıtlamak isteyen görüştür.

[2] Transandantal: Transcendence veya transcendency (transandans) kelimesinin “transandantal olma”, transcendental (transandantal) kelimesinin ise “üstün, faik”, felsefî kullanımda “deneyüstü, tecrübeden üstün olan, fizikötesi, tabiatüstü, doğrudan tecrübeyi aşan ama rasyonel bilgiye karşı olmayan” şeklinde tanımlanır. Transcendent (transandan) kelimesi ise “üstün, faik, insan aklından üstün, sıradan yaşantının sınırlarının ötesine taşan veya onu zorlayan”, Immanuel Kant’ın felsefesindeki kullanımıyla “mümkün olan bütün tecrübe ve bilgilerin ötesinde olan” gibi anlamlarla karşılanmaktadır.

[3] Doğal Din: Aydınlanma felsefesi içinde sayılan düşünürlerden bir kısmı ateist iken, bir kısmı da Tanrı’ya inanmaktadırlar. Ancak ilginç olan, inançlı olan düşünürler de dinin kaynağını “vahiy”de değil “akıl”da ararlar. 18.Yüzyıl Aydınlanma Felsefesinin din görüşünde “akıl dini” yada “doğal din” kavramı öne çıkar ve dini insanin aklında ve doğasında yerleşik inançlar olarak alır. Dolayısıyla bu dinin her insanda her zaman var olduğu iddia edilmektedir

alvlk

PANTEİZM (Kamutanrıcılık – Tümtanrıcılık)

Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık demektir.

Panteizme göre Tanrı’nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı’dır.

Bu algılamada Tanrı’nın, evrenin kendisi olduğunu savunulur. Panteistler evrende varolan her şeyin (atom, hareket, insan, doğa, fizik kanunları, yıldızlar… ) aslında bir bütün olarak Tanrı’yı oluşturduğunu söylerler. Bu bakımdan evrende vuku bulan her olay, her hareket aslında doğrudan Tanrı’nın hareketidir. Bu görüşün ilginç ve çarpıcı bir sonucu, insanın da Tanrı’nın bir parçası olduğudur.

Panteizme göre; Tanrı her şeydir ve her şey Tanrıdır. Tanrı – Evren – İnsan ayırımı yoktur. Böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez.

Evreni algılayış biçimi olarak Panteizm, Hindu, Buda dinlerinde hayal gücü geleneğine uygun bir anlayıştır. Felsefî bir tasarım olarak Panteizm ise, eski Yunan felsefesinde Plotinos (205-270), Rönesans’tan sonra Giordano Bruno (1548-1600) ve Spinoza (1632-1677) tarafından temsil edilmiştir. Düşünsel kökü Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanan Panteizmin ileri sürdüğü “Evrenin Ruhu Anlayışı”, Hegelciliği ve Spinozacılığı doğurmuştur.

Tek Tanrı’lı Dinlerdeki Tanrı-Alem ayrılığı, Yaratan-Yaratılan diye bir ikilem, Panteizmde yoktur. Doğayla Tanrı bir ve aynı şeydir. Tanrı yaradan değil, varolandır ve evrenin tümüdür. Evrende görülen şeylerden gayri bir Tanrı yoktur. Tanrı, evrendeki bütün varlıkların toplamıdır. Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evrendeki mevcut canlı cansız her şeyin bütünlüğü Tanrı’dır. Önsüz ve sonsuz olan Tanrı, hem makro kozmosta (evrende), hem de mikro kozmosta (insanda) bulunur.

Antikçağ Grek Stoacıları, Yeni Platoncular ve Doğunun Vahdet-i vücut anlayışı, Yahudilerin Kabalası gibi çeşitli felsefî biçimlere bürünen bu inanç, çağımıza kadar süregelmiştir. Panteist olarak adlandırılan bazı Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman düşünürler vardır. Ancak, Panteizmi üç semavi din genelde reddetmektedir.

Panteizm, Arapça’da karşılığı “Vücudiyye” sözcüğüdür. Tanrı anlayışı olarak “her şeyi Tanrı tanımak, varlığı, ancak ona vermek” olarak özetlenebilir. Bunu, “sonsuzluk, sonsuz olan varlık; Tanrı, tabiat” olarak tarif edenler de olmuştur. Bu, Vahdet-i Vücut, yani varlığın değil, Vahdet-i Mevcut, yani fiziki evrenin, tabiatın birliği inancına varır ve tabiatın Tanrı oluşuna, tabiattan başka bir varlık, bir Tanrı, bir gerçek bulunmayışına inanmaktır. Özetle, Vahdet-i Mevcut, son tahlilde Ateizmden, Tanrı tanımamaktan başka bir şey değildir. Vahdet-i Vücut yaklaşımında, Tanrı yaratılmışların hiçbirine benzemez ve bu inanç eşyanın hakikatini Tanrı’da görür oysa, Panteizmde fiziki evrenin kendisi Tanrı’dır.

Panteizme göre evrenin toplamı Tanrı’dır ve evrenin dışında gizemcilerin savundukları gibi bir Tanrı yoktur. Açıkçası her zerre onun kendisidir. Gizemciliğe göre de, her zerre İlahi güzelliği yansıtan bir ayna ve araçtır. Evrenin yaratılış nedeni, Tanrı’nın güzelliğini yansıtmak ve göstermek içindir.

Panteizm üç Türdür;

  1. Tabiatçı Panteizm: Tek realite tabiattır. Tanrı da tabiatın içinde var olandır. (Dideron, Boron d’Holbach)
  2. İdealist Panteizm: Tek realite ruhtur. Tanrı da ruhun özünde var olandır. (Hegel, Fichte, Brunschvicg)
  3. Teolojik Panteizm: Felsefî anlamda asıl Panteizm budur. Evrende tek realite Tanrı’dır. Diğer bütün varlıklar, evren, dünya, tabiat, insan, ruhlar vs. her şey Tanrı’nın varlığında oluşmuştur. Hiçbir şey onun dışında değildir, her şey odur.

Bruno, Boehme, Spinoza gibi filozofların ileri sürdüğü Tek-ilkeci (monist) Panteist görüş, giderek Tasavvuf içinde de benimsenmiştir. Tasavvuf düşüncesi de özünde bir panteist anlam taşımaktadır. Anadolu mutasavvıflarından Hallac-ı Mansur ve Mevlâna bu düşüncededir.

PAN-ENTEİZM (Çift kutuplu Kamu-Tanrıcılık ya da Diyalektik Tanrıcılık )

Spinoza ağırlıklı Panteizm algılayışına göre, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı’dır. Tanrı-Evren-İnsan ayırımı yoktur, böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. tanrıbilimsel olarak Tanrı, Evren, İnsan bir ve aynıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez. Spinoza’nın bu görüşü, ailesinin göç ederek ayrıldığı Endülüs İspanya’sındaki ünlü mutasavvıf Muhiddin-i Arabî’nin etkisiyle oluşmuştur. Bilindiği gibi Arabî’nin görüşü “Vahdet-i Vücut” olarak ileri sürülmüştü. Ancak bir çoklarının sandığının aksine, Spinoza’nın Panteizmi ile Arabî’nin Vahdet-i Vücut anlayışı birbirinin aynı değildir. Spinoza’da Tanrı evrendedir ve evren kadardır. Arabî’de ise Evren Tanrı’dadır ve bu durum Tanrı’yı sınırlamamaktadır.

İngiliz düşünürü White Head’e göre, Tanrı’nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla devinimi başlatmıştır ve Evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış olsaydı, ilk devindirici, özgür, öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı, değişme ve oluşma sürecinin içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı’nın evrende içkin (evrenin maddesine karışmış-içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı’da içkin olduğunu söylemek, Tanrı-Evren ilişkisinin karşılıklı olduğunun farkına varışın göstergesidir.

Süreç felsefesi olarak da ifade edilen ve White Head’le başlayan bu akıma Pan-enteizm ya da Diyalektik teizm denir. Pan-enteizme göre Tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen (göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında, hem sonlu, hem de sonsuzdur. Aynı zamanda hem tikel hem tümel, hem neden hem sonuçtur.

Hartshorne Tanrı’nın bir soyut bir de somut iki yüzü olduğunu söyler. Soyut niteliğiyle Tanrı, mutlak, etkilenmez, erişilmez ve değişmezdir. Somut yanıyla ise etkilenir ve değişir. Tanrı bu iki niteliğinde de yetkindir. Ancak bu yetkinlik klâsik Teizmdeki gibi değildir. Oradaki yetkinlik değişmeyen donmuş bir yetkinliktir. Buradaki yetkinlik değişir, ancak bu değişme tanrısal bir değişmedir. Yani yetkinliğe doğru değil, yetkinlik içinde bir değişmedir. Bu tanımla Pan-enteizm, hem Deizmden hem de Panteizmden ayrılır.

Özet olarak; Panteizm ile Pan-enteizm arasında önemli bir fark vardır. Panteizmde her şey tanrıdır. Pan-enteizimde ise, her şey Tanrı’dan sudur etmiştir (oluşmuştur). Ruhun tek amacı, oluştuğu Tanrı’ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan evrim/tekamül den geçmektir.

Tanrı’nın Varlığını Reddeden Görüş

ATEİZM

Ateizm, Tanrı’nın varlığını kabul etmeme olduğu gibi, aynı zamanda dini inançsızlığı ve tüm dinlere karşı olmayı da içerir.

Ateizm kelimesi Yunanca’da Tanrı anlamına gelen “Theos”tan türemiştir. Bu kelimeden de Tanrı inancına sahip olmak ya da Tanrı’ya inanmak anlamına gelen Theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce Theism kelimesinin başına “a” ön takısının eklenmiş hali olup, Türkçe’de tanrıtanımazlık anlamına gelmektedir.

Ateizm terimi öncelikle felsefî bir kavram olup, Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren dünya görüşünün ismidir. Çok yaygın olmasa da, tarih öncesi dönemlerden akıp gelen ve Karl Marx, Feuerbach, Nietzsche, Jan Paul Sartre gibi bazı saygın filozoflarca da savunulan, önemli bir marjinal görüştür. Yirminci yüzyılın ilk yarısında, tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşmış kendine taraftar bulmuştur. Günümüzde ise eski gücünden uzaklaşmakta ve fikrî dayanaklarını giderek yitirmekte olduğu söylenmektedir.

Teistlere göre, Tanrı bütün var olanların nedenidir, ama, kendisinin nedeni yoktur. Ateistler, “her neden başka bir nedenin eseridir” savı ile bu görüşü reddeder. Bu sava göre, nedeni olmayan neden olarak Tanrı var olamaz.

Nietzsche’ye göre, Tanrı ölmüştür. Tanrı ile beraber tüm eski değerler de yıkılmıştır. Tanrının yerini ise, Tanrısal özelliklerinin farkına varan “üstün” insan almıştır. Yıkılan eski değerlerin yerini de bu üstün insanın değerleri alacaktır. Bu değerlere sahip olan insan, netice itibariyle özgürleşecektir.

J. Paul Sartre’a göre, insanın özgür olmasının yolu Tanrı’nın yokluğundan geçer, çünkü, Tanrı’nın varlığı, insanın özgür olarak kendi değerlerini yaratmasını engeller.

Ateistlerin düşünceye başlangıç noktası, Üç Semavi Dinin Tanrı anlayışının reddidir. Yorum farklarını bir tarafa bırakırsak, bu dinlere göre Tanrı, özünde ezelî ve ebedî olan, irade ve kişilik sahibi, aşkın bir varlıktır. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir.

Ateizmin Çeşitleri

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de Tanrı’nın varlığına inananlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar, ya da en azından aynı sonuca varsalar da Ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla tek bir ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır. Ana hatlarıyla, Ateistleri kendi görüşlerinden hareketle şöylece sınıflandırabiliriz:

a. Mutlak Ateizm :

Bazı Ateistlere göre Ateizm, Tanrı’yı reddetmekten de öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır.

b. Teorik Ateizm 

Teorik Ateizm, Mutlak Ateizm yaklaşımdan biraz farklı olarak, Tanrı’nın varlığını reddetmek şeklinde de tanımlanabilir. Aslında Ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten Ateizm biçimi de budur. Bu görüşte, düşünerek, tartışarak, zihnî bir çabayla Tanrı’nın varlığı reddedilir ve ilgili iddialar çürütülmeye çalışılır.

Teorik Ateizmde Tanrı’nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mûcize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir Ateizmde sadece Teistik Tanrı kavramını hedef almamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik (İnsan Tanrı) anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer inanç sistemleri de reddedilmiştir.

c. Pratik Ateizm 

Pratik Ateizm, diğer iki yaklaşımdan farklı olarak, sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak veya Tanrı’yı günlük yaşama sokmamak biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, tanrısız bir dünya ve tanrısız bir yaşam kurmayı düşlemektedir.

Bu tür ateistler, Tanrı’nın varlığını kabul edenlerle her zaman mücadele etmeyi ve onları dinsizleştirmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazen militan ya da eylemci Ateistler de denmektedir. Felsefedeki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), Frederich Nietzsche (1844-1900), Sigmund Freud (1856-1940) ve Karl Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır. Söz konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye çalışmakla kalmamış ayrıca pratik olarak inançsız bir toplumun hayalini de kurmuşlardır.

d. İlgisizlerin Ateizmi 

Bir kısım düşünürler Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmiştir. Her iki hususun da eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu öne sürerek konuya ilgisiz kalmayı yeğlemişlerdir. Bu tür Ateistlere göre insan, sadece var olanla yetinmeli görünen âlemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla bunlara göre, dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

Ateizm bir din midir? Kesinlikle hayır. Ateizm bir din değil, dinsizliktir, dinden kurtuluştur, dinden çıkıştır. Dinle ateizm en uzak iki noktadadır. Bu konuda söylenmiş şu ünlü söz, kısaca her şeyi açıklıyor: “Dinsizlik bir dinse, sağlıklı olmak bir hastalıktır” Eğer ateizmi (yani dine en uzak olanı) din olarak nitelendirecek olursak “din” kelimesi, anlamını, özelliğini yitirecek, içi boşalacaktır. Ateizm bir din ise, dünyada dinsiz insan yoktur. Bu durumda din kelimesi herkes için farklı anlamlara gelir ve ortada tartışılacak bir şey kalmaz. Oysa Ateizm bir din değil, dinden sıyrılıştır.

Dinler tarihi incelendiğinde görülür ki, Ateizm zaman zaman, dönemsel olarak popülarite kazanmış veya kaybetmiştir. Kitleler, dinsel taassubun karanlığından bunaldıkları ve bir aydınlık ihtiyacı hissettikleri dönemlerde, reaksiyon halinde antiteze kayarak, Ateizmin kucağına düşmüşlerdir. Bireyin, böyle marjinal rüzgarların etkisi altında, inanç yelpazesinin bir ucundan diğer ucuna savrulmaması için, ilk önce, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu sorusuna yanıt aramak yerine, “Tanrı’ya inanmak yararlı mıdır, zararlı mıdır?” sorusuna kendi vereceği cevabın ayırdına varması yeterlidir. Günümüzün bir çok Ateisti, önce bunu yapmadan, salt, içinde yaşadığı ortamda meydana gelen, ve kaynağında din bulunan tersliklerden şikayet ettiği için Ateisttir.

 

Tanrı’nın Varlığı Ya da Yokluğunun Bilinemeyeceğini Öne Süren Görüş

AGNOSTİSİZM

Bu anlayış Tanrı’nın varlığı karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu görüş İlkçağda Sofist filozof Protagoras tarafından öne sürülmüştür. Protagoras’a göre, Tanrı’nın duyularla algılanamaması, insanın ömrünün kısa oluşu Tanrı hakkında bilgi edinmeyi engeller.

Agnostisizm resmi olarak ilk defa 1800’lü yılların sonunda ünlü biyolog T. H. Huxley tarafından ortaya atılmıştır. “Bilinmezcilik” olarak da tanımlanır. Agnostisizm, Tanrı’nın varlığının “bilinemez” olduğunu savunur. Dinlerin Tanrı’dan gelmediğini söyler ve dinlerin tanrısını da reddeder ve ancak başka bir Tanrı’nın, bir yaratıcının varolup olmadığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini söyler. Bu bakımdan agnostisizm, kendini, Tanrı kesinlikle vardır diyen Teizmden de, Tanrı kesinlikle yoktur diyen Ateizmden de ayrı tutar.

Agnostisizm, doğrudan Tanrı’yı reddetmemekte, ancak onu bilmenin mümkün olmadığını öne sürmektedir. Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, bu sebeple “Tanrı vardır diyemeyiz ve keza Tanrı yoktur da diyemeyiz, zira bilemeyiz.” der.

insan

İNANÇ SİSTEMLERİ ARASI İLİŞKİLER

Düşünce tarihinde, Teizm ve sadece belirli çevrelerde etkili olan Ateizm, birbirlerine karşıtlıklarıyla dikkat çeken iki yaklaşımdır.

Bu yaklaşımlardan Teizm, kaynak itibariyle ilâhî olan ve evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanan üç Semavi dinin, Tanrı kavramını felsefî bir üslûpla dile getirir ve savunur. Ateizm ise, başta ilâhî olmak üzere bütün Tanrı kavramlarını reddeder.

Bu arada, Deizm ve Teizmin, gerekirciliğin [1] varlığını kabul ettiklerini belirtmek gerekir. Ancak aralarındaki temel fark şöyle özetlenebilir :

Deizm; “Tanrı sadece yaratandır. Evreni yarattıktan sonra evrenle ve insanla hiçbir ilişkisi kalmaz. Evren kendi yasalarıyla kendini yönetir ve varlığını devam ettirir” der.

Öte yandan Teizm ise, “Tanrı evreni yasaları ile beraber yaratmakla birlikte, evren varolduğu sürece onu yönetendir de. Yaradılış ve oluş devam ettiğine göre, Tanrı’nın âlemle ilişkisi ve yönetme fiili de devam etmektedir. Gerekircilik yasası ve düzeni, Tanrı’nın kudretinin ve fiillerinin bu âlemdeki yansımasından ibarettir ve bu yansıma da süreklidir.” Demektedir. Görüldüğü gibi, Teizmin Deizmden farkı, Teist görüşün Tanrı’nın zat ve sıfatlarını içermesidir.

Tarihsel süreç içinde, Deizm önce en basit tarifiyle, Tanrı tanımazlık olan Ateizme karşı Tanrıcılığın savunusu olarak kullanılmıştır. Daha sonra asıl hedefleri Tanrıcılığı hakim kılmak olan Kilise teologları, kendi amaçları doğrultusunda Teizmi, özgür düşünce yandaşlarınca benimsenen Deizmden ayırmışlardır.

Metafizik ile ilgilenen çevrelerde önceleri geniş anlamda Teizmle anlamdaş olarak kullanılan Deizm, giderek Ateist bir anlam kazanmış ve ardından da doğal din ile anlamdaş kılınmıştır. Osmanlı çevirilerinde bu fark kavranamamış her iki terim içinde “İlahiyye” sözcüğü kullanılmıştır.

Teizm; Tek Tanrı’nın varlığını kabul ettiği için Politeizmin (Çoktanrıcılık) zıddıdır. Tanrı’nın varlığını kabul etmesi bakımından Ateizme de karşıttır. Tanrı, âlemin üstünde ve onu yarattığı için Panteizmden ayrılır, âlemi hâlâ ve sürekli yönettiği için de Deizmden ayrılır.

Deizm, bir bakıma utangaç bir Ateizmdir. Ünlü bir özdeyişte; “Panteistler tanrıyı işten attı, Deistler tanrıyı emekli etti, Ateistlerde onu öldürdüler.” denmiştir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Din unutuldu, unutulacak, bitti, bitecek denilirken, günümüzde hiç beklenmedik bir anda, insanlığın gündeminde en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra insanlığın geleceğinde etkin olacak temel faktörlerin en önemlileri, doğru bilgi ve din olacaktır.

Toplumsal boyutta birleştirici çok önemli bir unsur olarak din, insanlık tarihi boyunca, insanlığın doğal akışında daima etkin olmuş; hatta bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur. Yapılan araştırmalar, tarihte tümüyle dinden uzak bir toplumun mevcut olmadığını; toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da kendiliğinden varolduğunu ortaya koymuştur. Bugün gelinen noktada, dînin yeniden ön plana çıkmış olması, en azından yakın gelecekte de din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek herhangi bir toplumsal yapılanmanın pek mümkün olmayacağını göstermektedir.

İnsan,”oluş” halinde bir varlıktır. İlk hücrelerin oluşumuyla birlikte başlayan bu sürecin ilk aşaması, insanın son nefesini vermesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsanın yaratılış amacı, ömür denilen kısa zaman diliminde, toplum içinde, kendini gerçekleştirmedir. Bu bağlamda din, insan için, insanın kendini gerçekleştirebilmesi için, bir “araç” niteliği taşımaktadır.

Tıpkı akıp giden nehirler gibi, toplumlar da sürekli değişmektedirler. Buna bağlı olarak, insanî olan her şey de, bu değişimden hissesine düşeni almaktadır. İnsanın ürettiği kültür, uygarlık, siyasal yapı ve sonuçta da değerler alanı bile değişmektedir. Dinamik bireylerden meydana gelen toplum da, doğal olarak sürekli değişim içinde evrimleşecektir. Bu değişimin fark edilmesi, sürecin çok yavaş, ya da çok hızlı işlediği dönemlerde, bir hayli güçleşebilmektedir.

Din, çift yönlü kesen bir kılıç gibidir. Doğru anlaşılmadığı zaman, insanları olumsuz yönde etkileyebilir. Doğru din anlayışı ise, ilerleme, gelişme, hatta uygarlık yaratma yolunda motor görevi görür. Bu bağlamda din olgusu, çift yönlü olarak bu değişim sürecinin içindedir. Zaman zaman değişim sürecinin istikametini belirlemekte, hem onu etkilemekte, hem de, değişimden kendisi etkilenmektedir.

Din insanlara temel iletişim kodlarını verir. Bireylerin inanıp inanmaması, dindar olup olmaması bir yana, insanların birbirlerini doğru anlayabilmeleri, büyük ölçüde din hakkındaki doğru bilgiye bağlıdır. Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Fiziksel boyutta yaşlanmakta olan dünyamız, bilişim teknolojisindeki süratli gelişim nedeniyle gittikçe küçülmektedir. Eğer, barış içinde yaşamak gibi toplumsal bir amacımız varsa, görüşümüz, ideolojimiz, din anlayışımız ve din konusundaki yorumumuz ne olursa olsun, öncelikle birbirimizi hoş görmeyi ve tolerans göstermeyi öğrenmek zorundayız. Bu ise, insanların birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır. Din, bu konuda bize yardımcı olacaksa, kişisel hesapları bir kenara bırakıp, din konusunda birey ve toplum olarak doğru bilgi sahibi olmanın yollarını aramak durumundayız.

İslam dininin en kutsal mekânı olan Kâbe etrafındaki insanlar, eğer sadece Kâbe’nin taşına toprağına secde etmiyorlarsa ve eğer o insanlar, 1400 yıl önce Muhammed’in Kâbe’nin içindeki putları kırdığı gibi, binanın taşını toprağını aradan kaldırabilseler, karşılarında görecekleri kendilerine secde eden İnsan – Tanrıları fark etmeleri pek kolay olacaktır. O halde, acaba dinler, “Çıplak kralın giysileri midir?” Umarım, hepimiz hayatımızda hiç olmazsa bir kez, bu soruyu kendi kendimize sorumuşuzdur ve ötesinde umarım ki, hepimizin o soruya verdiği, vicdanımızda saklı bir yanıt vardır…

Theo’nun Kutsal Yolculuğu adlı bir eserde yer alan; “Dinler bir ağacın dalları gibidir. Tek büyük bir ağaç, kökleri tüm yeryüzünün altına dağılmış, dalları gökyüzüne doğru büyümekte ve kabuğuna da yazı yazılabilmektedir.” şeklindeki görüş, din olgusuna, doğru yaklaşımın ifadesidir. Hangi ulus ve toplumdan olursak olalım, bu ağacın dalları altında yaşamımızı sürdürmekteyiz. Ağacın dalları ve yaprakları arasından süzülen ışık ve nur’dan yararlanma oranı ve yoğunluğu, bireyin Tanrı’ya bakış açısı, inanç algılaması ve ağacın kabuğuna yazabileceği yazının içeriğine göre değişecektir. Kabuğa oyulacak bu yazılar, sevgiyi, hoşgörüyü, insanlar ve insanlık için ortak amaca yönelik düşünsel boyutta bir birlikteliği içermeli, ağacın içindeki öze ulaşmamızda da bizlere yardımcı olmalıdır.

Düşünsel yönden birbirlerine çok benzeyen ve birbirlerini her boyutta etkilediklerinden şüphe edilmeyen dinler, temel algılayışlar bazında birbirleriyle büyük ölçüde örtüşmelerine rağmen, yetersiz toplum liderleri ve yöneticileri tarafından, ortaya çıkma nedenleri olan ahlâki ve içsel olgunlaşma amaçlarından saptırılarak, kolayca istismar edilen popülist politika malzemeleri ve birer siyasal araç haline dönüşmüşlerdir. Rönesans ve Reformdan sonra dinlerin böyle amaç dışı kullanımından büyük ölçüde kurtulan Avrupa’da ise, din olgusu sadece ahlâki ve içsel gelişim ve dayanışmayı destekleyen temel bir unsur olarak ele alınabilmektedir. 21. yüzyılın başında, yönetimle, dinin ayrılması ve laisizm denen evrensel düşünce tarzının, başta ulusumuz olmak üzere diğer İslam ülkeleri ve hatta tüm insanlıkça benimsenmesinin zamanının geldiğini düşünmemek elde değildir.

Halit YILDIRIM
21.03.2002

KAYNAKÇA

  1. AĞAOĞLU, Murat Tanrı Kavramının Geçmişten Günümüze Evrimi
  2. AKİN, Asım (Prof.Dr.)Pozitif Düşüncenin Soyağacı, Dinler
  3. ECEVİT, Özgür Teizm ve Deizm
  4. GÜRKAN, M. BülentDin Felsefesi
  5. KÖKDAMAR, Yusuf Felsefesel ve İnançsal Bazı Terimlerin Anlamları ve Açıklamaları
  6. ONAT, Hasan (Prof. Dr.) – Türkiye’de Din Anlayışı, Din Alanında Yeniden Yapılanma
  7. SAYGIN, Hasan Kader ve İrade
  8. TOPALOĞLU, Aydın (Dr.) – Ateizm
  9. TÖZÜN, AttilaÖzgür Düşünce ve İnanç
  • [1] Gerekircilik (Determinizm): Her olayın bir nedeninin olduğu ve aynı nedenlerin, aynı şartlar altında her zaman aynı sonuçları doğurduğunu, dolayısıyla olayların zorunlu ve evrensel kanunlara uyarak ortaya çıktığını kabul eder. Bu görüşe göre, insan, doğa ve sosyal yasaları bilmek, tanımak ve onlara hakim olmakla, zorunluluk alanından özgürlük alanına geçer ki bu da zorunlu-özgürlük diye adlandırılır. Bu durumda, insan doğa ve sosyal yasaları yaratamaz, yok edemez ve değiştiremez, ama onları tanıyıp bilmekle onlardan korunur, zararlı sonuçlarını yararlıya çevirebilir. 

 

Ali’ye Tanrı Diyenlerdeniz

Semavî dinlerin soyut, metafizik olan Allah” (Tanrı) tasarımlarını bakın nasıl somutlaştırıp Evren-Doğa ile, ve sonra ‘ete kemiğe büründürüp’ İnsanı Kâmil’in (Ali!) varlığı ile BİR ediyoruz, Hakk-i-Kat’de Tanrı Evren İnsan Birdir:

Ali’ye Tanrı Diyenlerdeniz!

Şah-ı Merdan cûşa geldi sırrı aşikâr eyledi
Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi
Ol dem şimşek yalap oldu yedi semâ gürledi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• yalap oldu : parıldadı
• sâki : (burada) kevser şarabı sunan veya özündeki tanrısal ışığı saçan
• bâki : sonsuza dek
• nur-u Rahman : Acıyan-Esirgeyen (Tanrının) ışığı

Ömer vardı ol Muhammed katına eyledi beyan
Ali midir ya Muhammed arşı âla’da gürleyen
Çark-ı gerdûn elindedir sırr-ı hikmet söyleyen
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• arş-ı Âla: Göğün en yüksek (9.) katı. Allah’ın Tahtı
• Çark-ı Gerdûn: Dönen çark, Dönen gökler

Ol Muhammet buyurdu ki yektir Ali bir dedi
Hüve’l evvel hüve’l ahir her şeye kadir dedi
Ali’ye şek getirenler mutlaka kâfir dedi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Hüvel evvel, ahir: Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun). O, evveldir (ilktir) ve ahirdir (sondur), zahirdir (alâmetleri tüm varlıklarda görünendir) ve bâtındır (gizli olandır). Ve O, herşeyi en iyi bilendir.
• Şek getiren: şüphe duyan.

Kûn deyince var eyledi onsekiz bin âlemi
Hem yazandır hem bozandır levh-i mahfûz kalemi
Dertlilerin dermanıdır yarelinin merhemi
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Kûn: OL!
• Levh-i Mahfûz: korunmuş levhâ. Olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah’ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir.

Lahmike lahmi buyurdu cismim Ali demmike
Ali benim veçhim dedi zü’l-celâl-ı rabbike
Hükmü bâki adîl handır ve lâ ilahi gayrüke
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• Ya Ali Lahmike lahmi cismûke demmike demmî (Hadis’in tamamı): Ya Ali etin etimden, cismin cismimden, kanın kanımdandır.
• Zü’l-celâl-ı rabbike: Tüm yüceliklere sahip olan Rab, Tanrı. Büyüklük ve ululuk sahibi.
• Hükmi bâki adîlhandır ve lâ ilahi gayrüke: Yargısı adil ve sonsuza kadardır ve gayri Tanrı yoktur.

Sefil Ali‘m akıl ermez hikmetine Ali’nin
Sarraf olan kıymet biçer gevherine lâlinin
Âşıka mâşuk göründü aklın aldı delinin
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u rahmanım Ali!

• gevherine lâlinin : kırmızı renkli değerli taşın özüne…

 Sonra da “Ali Benim” diyenlerdeniz!

Âyine tuttum yüzüme,
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme,
Ali göründü gözüme

Âdem Baba Havva ile,
Hem Allemel’esmâ ile
Çerhi felek semâ ile,
Ali göründü gözüme

Hazreti Nuh Naciyyullah,
Hem İbrahim Halilullah
Sinâ’da Kelimullah,
Ali göründü gözüme

İsâ’yı Ruhullah oldur,
İki âlemde Şah oldur
Müminlere penah oldur,
Ali göründü gözüme

Ali evvel Ali âhir,
Ali bâtın Ali zâhir
Ali tayyib Ali tahir,
Ali göründü gözüme

Ali candır Ali canan,
Ali dindir Ali iman
Ali Rahîm Ali Rahman,
Ali göründü gözüme

Hilmî gedayi bir kemter,
Görür gözüm dilim söyler
Her nereye kılsam nazar,
Ali göründü gözüme

Bilmeyenler bilsin beni
Ben Ali’yim Ali benim!
Pir Sultan

ates-ve-su

Aleviler Tanrısal vahiye inanmaz. Onlara göre Tanrının en büyük vahiyi doğa ve düşünen insandır. Şimdiye kadar yazılmış her şey insanların eseridir. Özellikle kutsal kabul edilen metinlerin yazanları da, Kâmil İnsanlardır. Bu nedenle, bu metinlerin Tanrısal kabul edilerek dogmalaştırılmasına, bazı parçaları alınarak, bunlarla zorunlu bir yaşam biçimi belirlenmesine kesinlikle karşıdırlar. Alevilikte en önemli Batıni inanç sudur teorisi ve Kâmil İnsan inançlarıdır. ◄ (Cihangir Gener)

Bektaşilik, evrenin, Tanrının sureti olduğunu, insanın da yer yüzünün Tanrısı konumunda bulunduğunu kabul eder. Tanrı insanın içinde olduğundan, Tanrısal özellikler olan düşünme yetisi, irade, eylem özgürlüğü de insanda mevcuttur. Gerçek ibadet, insanın düşüncelerini kendisi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İnsanın kendi dışındaki bir olguya ibadet etmesi gereksizdir. İnsanın kendi varlığını düşünmesi, ruhsal olarak gelişmesini sağlayacak ve birey, Kâmil İnsan konumuna ulaşabilecektir. Kâmil İnsanda Tanrı, bu evrende kendi bilincine varmanın en üst noktasına ulaşır.◄ (Cihangir Gener)

Anadolu Aleviliğinin ruh tasarımı, “varlık”tan esin alan ancak akıl yürütme yoluyla “kurgulanan” düşsel tasarımın “mistik maya” olarak kullanıldığı bir “maddeci” tasarımdır. Bu tasarımda “birey”, “toplum” ve “doğa” gibi somut kimlikler, doğasal ve toplumsal nesnel gelişim sürecinin bir parçası olarak açıklanır. “Ben”, ”Tanrı”, “Hak” gibi soyut kimlikler, görünmeyen ancak görünen nesneleri kuran atomlardan kurulu “nesnelerin” nesnelleşmesiyle/doğalaşmasıyla açıklanır. Demek ki doğa bilimlerinin “bilgi üretim süreci” ile bir “felsefi din”, bir “bilgelik öğretisi” olan Aleviliğin “bilgi üretimi” arasında “tasavvufi” kutsanmışlığına karşın, onu bilimsel bir kuram durumuna yükselten bir “koşutluk” bulunmaktadır. (Esat Korkmaz)

Ete kemiğe büründüm İNSAN diye göründüm

• Şahin Kaya •

Zeitgeist

“Anadolu yüzyıllar boyunca Hıristiyan Kilisesinin vahşeti altında kana ve gözyaşına bulandı. Hıristiyan dogması 325 yılında İznik şehrinde biçimlendirilirken, yeni dinin Anadolu halkı tarafından kolayca kabüllenilmeyeceği tahmin ediliyordu. Bu nedenle İznik Konsili’nde yeni dinin dış görünüşü ve ritüelleri yeniden düzenlenirken Ma kültünün baskın formları kullanılarak Hıristiyanlığın Anadolu’da karşılaşabileceği olası direnç olabilecek en alt düzeye indirilmeye çalışıldı. Yeni dine halkın kolaylıkla kabul edebileceği, kendilerine yabancı gelmeyen, eskiyi anımsatan, halka yabancı gelmeyecek bir görünüm verilmeye özellikle dikkat edildi.

Hıristiyanlığın eskiyi anımsatan yeni din tasarımı ile Ma tapınaklarının on iki hizmetlisi, Hıristiyan dogması içinde İsa’nın on iki havarisine dönüştü. Hemen hemen tüm ezoterik yapılanmalarda var olan, “evren-dünya-insan” birlikteliğinin ifadesi olan üçlü teslis “Kutsal Ruh-Meryem-İsa” adları ile Hıristiyanlaştı. Bugün bile Anadolu’da pek çok Alevi köyünde kutlanan yumurta bayramı, Hıristiyanların Paskalyasına dönüştürüldü. Kardeşlik örgütlenmelerine has bir ihraç kurumu olan‘düşkünlük’, Hıristiyanlık tarafından ‘Aforoz’ adı altında kopyalandı. Hıristiyanlığın ayrılmaz parçası ve temeli olan Yeni Yıl Kutlamaları, Noel Baba, İsa’nın çarmıhı, İsa’nın yaşamı ve İsa’nın gösterdiği mucizelerin tamamı Ma kültünün kadim mitlerinden kopya edildi.” Erdoğan Çınar

Güneş Tanrısı’nın Bir Diğer Mitolojik Figürü: İsa

“Bizce Hıristiyanlık, politik olarak empoze edilmiş bir Latin hikâyesinden başka bir şey değildir. Gerçek şu ki İsa, Gnostik Hıristiyan mezhebinin Güneş Tanrı’sıdır ve diğer Pagan tanrıları gibi mitolojik bir figürden ibarettir.

Toplumsal kontrolü sağlamak için İsa’yı tarihi bir karakter haline getirmek, politik bir gereksinimdi.

M.S 325 yılında Roma hükümdarı Constantine, Nicaea Konseyini topladı. Bu görüşmeler sırasında, politik olarak şekillendirilen Hıristiyanlık öğretileri kabul edildi ve bu tarihten itibaren Hıristiyanlık adına kan dökülmeye başlandı. Bunu takip eden 1600 yıl boyunca Vatikan, tüm Avrupa üzerinde etkili politik bir kale haline geldi. “Karanlık Çağlar” olarak anılan zaman dilimlerine liderlik ederek, Engizisyon ve Haçlı Seferleri gibi olaylara neden oldu.

Hıristiyanlık, benzeri bütün ilahi inanç sistemleri gibi döneminin hurafesidir. İnsanları gerçek dünyadan ve dolayısıyla birbirlerinden koparma amacına hizmet eder. İnsanların otoriteye sorgulamadan itaat etmesini sağlar.

Her şeyi kontrol eden bir Tanrı olduğu iddiasıyla insanların sorumluluk duygusunu zayıflatır, ve utanç verici suçları, din uğruna olduğu takdirde haklı kılar.

Ama en önemlisi, gerçeği bildiği halde bu hikâyeleri kullanan insanlara toplumu yönlendirme ve kontrol etme gücü sağlar.”
(Zeitgeist’tan alıntı)

Rızalık – Ortaklık Toplumu, Doğa Dini: Alevî’lik

Rızalık – Ortaklık Toplumu, Doğa Dini: Alevî’lik

Aleviliği tanımlamak yerine anlatmayı esas alan bir yaklaşımı daha doğru buluyorum. Tanımlar hangi kestirimler içinde yapılırsa yapılsın, dar olur, anlaşılması gerekeni tam ve doğru olarak vermez. Her tanım nereden bakarak tanımladığınıza bağlı olarak bir karakter kazanır ve görecel olur.

Bu çerçeveden anlaşılmak üzere Aleviliği en genel olarak bir “Doğa Dini” olarak ele almak doğru olur. Tarihsel ve toplumsal bakımından hangi dönem dini olursa olsun fark etmez, dini bir toplum formatı olarak ele aldığınızda, Aleviliğinde bir doğa dini olarak, Kadim Ortaklık Toplumu’nun bir bütün olarak üst yapısını ifade ettiğini görürsünüz. Tarihsel kökleri de, kadim Ortaklık Toplumu’na dayanır. Tarihsel süreğin evrimine, değişip dönüşmesine bağlı olarak bu kadim köklerden evrilerek, değişip dönüşerek günümüze akıp gelmiştir.

Kadim Ortaklık, üç temel kutsallıkla kendini ifade ederken, sonraki evrelerin ve evrimlerin bir tekmil kutsallıklarının da temelini oluşturur son kutsallıklar. Beslenme, Barınma ve Üreyimdir (doğum). Bu üçlü kutsallığın temelinde ise Ana vardır. İlk kadim ortaklık, doğal olarak Kadın Anaya aittir. Bu bağlamda, kadimliği ölçüsünde Alevilik Kadın Ananın bize bir armağanıdır. Bütün kutsallıklarının temelinde dişil öğe vardır ve “Doğum” kavrayışı esastır.

Alevi literatürü ezici çoğunlukla bu kadim geçmişe aittir ve olabildiği kadarıyla hala varlığını sürdürmektedir. Oldukça ağır bir evrim geçiren kadim doğuş yeri Yukarı Mezopotamya ve Anadolu’dur. Hal böyle olunca da Alevi literatürü bu coğrafya kökenlidir, Örneğin, kadim Aleviliğin köklerine izafeten, toplumsal yapıyı RIZA ŞEHRİ olarak tanımladılar. İkrar verip topluma üye olmayı ise RIZA ŞEHRİ evladı olmak (Yol Evladı) şeklinde tanımladılar. Anadolu’nun batı ve orta Anadolu’sunda hala kullanılan, İmece, dayanışma, paylaşma ya da Ortak gibi, Yukarı Mezopotamya alanına gelindiğinde ise, KOM, Komal, Mir, Miran ve Komana gibi kavramlar, hep bu yapıyı anlatan kavramlardır.

Alevilik kendi başına bir dindir, din ise toplumsal yapılanmada üst yapıyı ifade edendir. Din, üç asırdır klasize edildiği gibi bir iman ve itikat konusu değildir. Her dinin iman etmeyi gerektiren bölümü vardır ama din iman ve itikattan ibaret değildir. Bir bütün olarak, siyasal alanı yani üst yapıyı ifade eder. Örneğin, egemen dinler diye tanımlanan dinler, bir başka deyişle kapitalizm öncesi dinler (bölgemizdeki), şemsiyesinde Allahın olduğu Allah Devletlerinin kendisiydiler. Kapitalizmle birlikte, Allah’ın yerini Kutsal Ulus aldı. Allah Devleti de yerini Ulus Devlete bıraktı. İslamiyet, Tek ve Tekel olan Allah’ın Dini olarak tek tanrılı dinlerin en evrime uğramış olanıdır. Tek ve tekel Allah kutsallığı şahsında oluşturulan ise Tek ve tekel merkeze bağlı kutsal devlettir. Feodal Tekel de diyebiliriz buna ve Allah, zaten bunun metafizik ifadesinden başka bir şey değildir, Mülkün ve Hükümranlığın devleti.

Bu anlayış çerçevesinde Alevilik, mülk ve hükümranlık dünyasının / kutsallığının zıddı olarak Ortaklığın ve Hakkın (Rıza Makamı) Toplumu olarak kendini ifade eder. Bütün kutsallıkları öte dünyalılığı reddedendir. Dünya Ananın, doğurduklarının tümünü, ihtiyaçlarına göre rızıklandırdığını, bu bağlamda da cümlenin bu Yola bağlı olarak, ihtiyacına göre yaşamaları gerektiğini ifade eder. Başına her ne gelmişse, şöyle inandığı buna inanmadığı için değil, tam da böyle yaşadığı için gelmiştir. İslam’ın Allahı, ortak kabul etmez, bu bağlamda onun dünyasal temsilcisi Halife ve devleti de ortak kabul etmez. Mülk onundur, istediğine lütfeder istediğine etmez. Oysa, Alevilik, benim mülküm değil ortaklık diyor, hükümranlık değil rızalık diyor. Hükümranlık anlamında makam ya da kariyer yoktur. Hizmet ve Rızalık vardır. Dolayısıyla Aleviliğin yaşadığı bir yerde, Tek ve tekel olarak hükmetmek mümkün olmaz. Olursa da Aleviliği bastırarak, yok ederek olur. İşte orada, hükmetmek için kan dökmek kaçınılmazdır hükmetmek isteyene.

Anlatmaya çalıştığım özellikler bir kere kavrandı mı, Alevilik İslam’ın içinde mi dışında mı, gibi sorular, anlamını yitirir. Buna karşın şu kadarını belirtmek de yerinde olur. Bizim coğrafyamızda bir tekmil tarihsel devrimlere, Peygamberler öncülük etmiştir. İster Semitik İbrahimi dinler olsun, ister Aryenik Zerdüşti dinler olsun, çıkışları itibariyle tekmil kutsallıklarını Kadim Ortaklık zemininden alırlar ve Ortaklık olarak yola çıkarlar. Ne ki her çıkış kendisini koşullayan egemenlik sistemine kavuştuğu andan itibaren, işin doğası gereği Ortaklık değerlerinden koparlar, O değerlerle zıtlaşırlar.

Alevilik, İslam’ın çıkısına bu bağlamda sahiplenir. O değerleri, kendisinin değerleri olarak görür. Devletleşmiş İslamı ise reddeder. Belki, doğru anlamıyla İslam’ın “özü olma” söylemini bu temelde ifade ederek doğrulayabiliriz. Yolun bilgeleri ne yaptıklarını ve ne söylediklerini bilerek hareket etmişlerdir. Bu gün, bu söylemi dillendirenler, bu bağlamda değil, hem asimilasyon etkisiyle hem korku etkisiyle ve hem de soyu koruma etkisiyle bunu ifade etmektedirler.

Haşim Kutlu

Yunus Emre’nin dilinden Alevilik

Hele biz iş bu yola
Gelmedik riyâ ile

Bu melâmetlik donun
Bizimle giyen gelsin

Gözü ile gördüğün
Örte eteği ile

Bu yol pek ince yoldur
Yüreği çarpan gelsin

İş bu sözü edenden
Bize nişan gerektir

Sözün özeti budur
Canına kıyan gelsin

Alevi tarihinin ve inanışının izlerini sürmek, üzerlerini örten yanıltıcı katmanların gerisine saklanmış Alevi gerçeklerine ulaşmak, büyük çaba gerektiren, çetrefil ve zahmetli bir iştir. Bu cümleden olarak, Aleviliğin bulanık izlerini sürecek olanların öncelikle yapmaları gereken şey, belleklerinde Alevilik adına topladıkları geçmişin kirletilmiş bilgilerinden bir an önce kurtulmaktır.

Alevilik, kadimden beri sırrını dışarı vermeyen, kendini ehil olmayan ellere emanet etmeyen, ancak uzun bir eğitim döneminden geçtikten sonra olgunlaşıp hak edenlere kendini açan, gizliliği esas alan bir kurumsal yapıya sahipti. İki bin yıl önce Hıristiyanlığın Anadolu’da ortaya çıkışı ve Alevileri şiddet kullanarak yok etmeye kalkışması ile birlikte bu gizli inanış, güvenmeyen, paylaşmayan, saklanan ve takıyye yapan, daha katı bir içe kapanma dönemine girdi.

Aleviler, binlerce yıldan beri kendilerine ağır düşmanlık besleyen, varlıklarına tahammül göstermeyen ve canlarına kasteden dinlerin ve mezheplerin hüküm sürdüğü coğrafyalarda, çaresizlikten doğan en doğal haklarını kullandılar, kimliklerini ve asıl inanışlarını sakladılar. Zamana, zemine ve etrafını çevreleyen koşullara göre, değişik dış görünüşlere büründüler. Sürekli isim değiştirdiler.

Alevi inanışı, Alevilerin kendileri için çağlar boyunca en dayanılmaz koşullarda bile vazgeçilmez bir tutku ve sonsuz vefa ile bağlandıkları bir yol oldu. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Alevileri sarsılmaz bağlarla kavrayan bu inanışa asla tahammül gösteremediler. Aleviliği mutlaka yok edilmesi gereken, kendi inanışlarının en büyük tehdidi saydılar. Ortodokslarla başlayan, Katoliklerle devam eden, Aleviliğe karşı işlenmiş insanlık suçlarının ve sonu gelmez Alevi düşmanlığının sebebini, Alevilerin, semavi dinlerin kabullerinin çok dışındaki inanç sisteminde aramak gerekir.

Gayrıdır her milletten şu bizim milletimiz
Hiçbir dinde bulunmaz din ve diyanetimiz

Bu inanç sistemlerinin içindeki en büyük ayrılık, semavi dinlerin Tanrı tanımlaması ile Aleviliğin Tanrı anlayışı arasındaki derin uçurumdur. Alevilerin Tanrı’yı tanımlayışı ve ifadesi, Hıristiyan ve Müslüman ruhban sınıfını çağlar boyunca çılgına çevirdi. Aleviler de binlerce yılın meşakkatine katlanmak pahasına, bu inançlarından vazgeçmediler.

Yaratılmış olan da yaratanın ayrılmaz parçası ve kendisidir. Yaratılışın kendisi mutlak varlıktır. Alevi inanışı içinde yaratılışı, yaratan ve yaratılanlar olarak ikiye bölmek, varlıkta ikilik yaratmaktır. Varlıkta ikilik yaratmak münkirliktir ve Alevilikte hakir görülür. Esas olan varlığın birliğidir.

Ünlü Alevi bilgesi ve ozanı Yunus Emre’nin dizelerinde Alevi inancının mihenk taşları, hiçbir tereddüde meydan vermeyecek berraklıkta, en sade ve en duru hali ile ortaya konur. Alevi inanışındaki Tanrı kavrayışı, Yunus’un dizelerinde çok sık ifade bulmuştur.

İkiliği terk et, birlik makamın tut
Canlar
 canın bulasın birlik içinde

Oruç, namaz, zekât, haç, suç cinayettir
Fakir bundan azat, erenler içinde

Birlik makamına gelmeyenler, yaratılışı yaratan ve yaratılan olarak ikiye bölenler, Yunus Emre’nin dizelerinde makbul sayılmazlar.

Nice yıldan beri bu nimeti yer
İkilikten geçip de demedi bir

Bunların birliğe ikrarı yoktur
Bunlarda her n’olsa güzeli yoktur

Alevilikte inanılır ki, yaratılışı dengede tutan yaratan ve yaratılanın birliğidir. Yaratılışın uyum içindeki birlikteliği, yaratılışın varlığının devam etmesinin sebebi ve temelidir. Bu, yaratılışa dair ilahi Alevi yasasıdır. Bu yasa Alevilikte kısaca “tevhid” olarak adlandırılır. “Tevhid makamı” Alevi inanışı içinde yaratılmış olanın kendisini yaratan olarak hissetmesi ve yaratanla birleşmesi halidir.

Varlığın birliği inanışının bütünleyicisi olan tevhid, Yunus Emre’nin dizelerinde şöyle ifade edilir:

Tevhid imiş cümle âlem
Tevhidi bilendir âdem
Bu tevhidi inkâr eden
Öz canına düşman imiş

Yunus bu tevhide gark oldu gitti
Geri gelmekliğe aklı dirilmez

Bu tevhid donunu giyen
Varlığını yoğa sayan
İş bu yola sağlam duran
Mutlak bilin o er durur

Alevi inancını semavi dinlerden ayıran ve sonu gelmez düşmanlıklara altyapı oluşturan bir diğer önemli farklılık da, Alevilikte ölümden sonra öteki dünya inanışının olmayışıdır.

Kendisine inananların bağlılığını ve kendi kurdukları dünya düzeninin emniyetini, ölümden sonra bir başka dünyada vaat edilen ödül ve ceza sistemi üzerine inşa eden semavi dinler, Alevilikte öbür dünya inancının olmayışını hiç kabullenemediler.

Alevi inanışına göre insan, sürekli beden-biçim değiştiren ilahi ruhun parçasıdır. Vücut bulmuş enerjidir ‘Işık’tır. Asla ölmez…

Ko ölmek endişesin
Işık ölmez bakidir
Ölmek senin nen ola
Çün canın ilahidir

Aleviler “devriye”ye inanırlar. Devriye inanışına göre yaşam, vücud-u mutlak’tan (mutlak varlık) kopan bir nur (ışık) ile başlamıştır. Bu büyük nur kendi heybeti ile genişlemiş, dağılmış ve toprak, hava, su, ateş ile temsil edilen dört kuvvete inmiştir.

İnsan, babanın beline ve ananın rahmine düşmeden önce, dört kuvvetin kontrolünde önce cansızlar (hareketsizler), sonra bitkiler ve hayvanlar âleminden geçer. Cansız nesne, bitki ve hayvan bedenlerinden geçtikten sonra insan bedenine ulaşan insan canı (insan ruhu), İnsan-ı Kâmil (olgun insan) oluncaya kadar dünyaya gelip gider. Olgunlaşan insan, geldiği kaynağa geri döner ve devriye tamamlanmış olur. İnsan devriyesini tamamlayıncaya kadar çok çeşitli bedenler alır, Alevi tabiri ile “bin bir donda baş gösterir.”

Alevilikte her şeyin aslına rücû edeceğine inanılır. Bu, ilahi yasadır. “Devriye”, gerçek varlıktan kopan ruhun, çeşitli aşamalar geçirip türlü bedenlerde dolaştıktan sonra olgunlaşıp kendi kaynağına dönme sürecidir.

Yunus Emre bu ilahi çemberi şu dizelerle aktarıyor:

Dünyaya çok gelip gittim
Erenler eteğin tuttum
Kudret nidâsın işittim
Kaynayıp da coşa geldim

Âşık oldum şu ay yüze
Nisar oldum bal ağıza
Nazar kıldım kara göze
Siyah olup kaşa geldim

Deniz kenarında ova
Kuyuda işleyen kova
İsa ağzındaki dua
Olup da ben işe geldim

Ay oldum âleme doğdum
Bulut oldum göğe ağdım
Yağmur oldum yere yağdım
Nur olup güneşe geldim

Yolum sana oldu durak
Sabahın söyleyendir hak
Yunus Emre dilinde Hakk
Olup dile düşe geldim

aleviligin-kokleri
Semavi dinlerle Aleviliğin arasındaki asıl uçurumlardan biri de yaratılışın nasıl ortaya çıktığına ilişkin inanış ayrılığıdır. Semavi dinlere göre evren, yeryüzü ve yeryüzündeki yaşam, her şeyin üzerinde ve her şeye kadir bir ulu varlık tarafından yaratılmıştır.

Semavi dinlerin ilk kutsal kitabı Tevrat’ta anlatılır ki; “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu yeryüzü şekilleri yoktu…”

Tanrı, birinci gün ışığı, ikinci gün gök kubbeyi, üçüncü gün denizleri, karaları, kara üzerindeki türlü otları ve meyve ağaçlarını, dördüncü gün mevsimleri, günleri, yılları ve yıldızları, beşinci gün kuşları ve deniz canlılarını, altıncı gün yeryüzünde evcil ve yabanıl hayvanları ve nihayetinde insanı yaratmıştır.

Yaratılış altı günde tamamlanmış ve her şey Tanrı’nın “olsun” diye buyurması ile vücuda gelmiştir.
“Tanrı ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu.”
“Tanrı ‘Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın’ diye buyurdu ve öyle oldu.”
“Tanrı ‘Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün’ diye buyurdu ve öyle oldu.” (Tevrat Yaratılış Kitabı I. Bab)

Alevi inanışı içinde her şeyin üzerinde evreni yaratan bir ulu yaratıcının varlığı kabul görmez. Alevilikte inanılır ki evren, kendi heybetini taşıyamayan parlak bir nurun (ışığın) gürültüyle genişlemesiyle ortaya çıkmıştır.

Bu inanışın aslına uygun ve en anlaşılır ifadeleri Yunus Emre’nin dizelerinde görülür:

Yer gök yaratılmadan Hakk bir gevher eyledi
Nazar kıldı gevhere sığmadı devr’eyledi

Başka bir nefesinde Yunus, âdeta, evrenin ortaya çıkış anını anlatıyor:

Yedi gök yaratıldı ışk ile bünyad oldu
Toprağa nazar kıldı aksırıp duru geldim

(Yedi gök yaratıldı ışık ile yapıldı Toprağa himmet etti gürültü ile fışkırarak geldim)

Aleviler Hakk’ı gerçek, gerçeği Hakk bilirler. Yunus’un dizelerindeki Hakk ifadesi, gerçek anlamında yorumlanmalıdır.
Yunus Emre, parlak ışığın gürültüyle genişlemesi sonucu başlayan evrenin oluşum evrelerini bir başka nefesinde şu dizelerle tamamlıyor:

Hakk bir gevher yarattı kendinin kudretinden
Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden

Gevherden buğ(u) çıkardı buğudan gök yarattı
Gökyüzünün ziyneti çok yıldızlar eyledi

Göğe haydi dön dedi ay-gün yürüsün dedi
Suyu havada kodu üstünde yer eyledi

Semavi dinlerin savundukları, evrenin ve yeryüzünün, ulu bir varlığın (Tanrı’nın) “olsun” diye buyurması ile ortaya çıktığı inancı, Alevi ozanı ve mürşidi Yunus Emre’nin evrenin ve yeryüzünün ortaya çıkışını anlattığı dizelerle hiçbir noktada kesişmemektedir.

Bilim çevreleri, evreni doğuran mucize olarak niteledikleri, günümüzden 12–15 milyar yıl önce meydana gelen büyük patlamayı (big-bang), maddeyi anında yok eden olağanüstü yoğunluktaki bir ışığın genişleyerek yayılması olarak tarif ediyorlar. Bu tanım, Yunus Emre’nin dizelerindeki anlatım ile şaşkınlık verecek şekilde örtüşmektedir.

Tevrat’ın Yaratılış Kitabı’nda Tanrı’nın önce göğü ve yeri var ettiği, sonra sırasıyla ışığı, gök kubbeyi, denizleri ve yıldızları yarattığı anlatılır. Yunus’un dizelerinde var oluşun başlangıcı farklı ortaya konduğu gibi, yaratılışın ortaya çıkış sırası da farklıdır. Yunus Emre’nin anlatımlarında önce parlak yoğun bir ışık vardır. Bu ışık kendi heybetinden dağılır, ortaya gökyüzü ve yıldızlar çıkar. Gökyüzünde her şey dönmeye başlar. Güneş, ay ve yeryüzü bundan sonra şekillenir.

Günümüz gökbilimcileri, Tevrat’ta anlatıldığı gibi önce gökyüzünün ve yeryüzünün sonra ışığın, sonra karaların ve denizlerin, sonra yıldızların ortaya çıktığı fikrine iştirak etmiyorlar. Bu sürecin altı günde tamamlanabileceğine ihtimal bile vermiyorlar.

Bilim adamları evreni doğuran nesnenin çok parlak, çok ışıltılı ve çok yoğun bir yapı olduğunu, bu yapının kendi yoğunluğunu taşıyamayarak genişlemesi ile evreni oluşturan gökyüzü ve yıldızların meydana geldiğini düşünüyorlar. Gökyüzündeki her nesnenin, yıldızların, gezegenlerin, güneş sistemlerinin ve gökadaların, dünyanın da içinde bulunduğu güneş sistemi daha var olmadan (4.7 milyar yıl önce) dönmeye başladığını tartışmasız kabul ediyorlar.

Yunus, on üçüncü yüzyılda yaşadı. O çağda dünya, bu bilgileri bilmeye, taşımaya ve tartışmaya henüz hazır değildi.

Dört kapı kırk makamla ifade edilen “seçmeci” bir kurumsal yapı içinde itina ile yetiştirilmiş küçük bir azınlık bu bilgilere sahip olabiliyor ve bu sırlar aynı titizlikle bir sonraki kuşağın ehil olanlarına aktarılıyordu. Yunus Emre’nin ifadesine göre bu sözler, O’na ait değildi; daha uzak bir geçmişten O’na ulaştırılmışlardı. Yunus Emre, sözlerin aslını bilenlerin bunu anlayacaklarını umut etmişti.

Ey sözlerin aslın bilen
Gel de bu söz nerden gelir
Söz aslını anlamayan
Sanır bu söz benden gelir

Yirminci yüzyılın dâhisi Albert Einstein, inandığı Tanrı’yı şu cümlelerle tanımlıyor: “Var olan her şeyin uyumlu birlikteliğiyle ortaya çıkan Tanrı’ya evet, ama insanların günlük işleriyle ilgilenen cezalandırıcı ve mükâfatlandırıcı Tanrı’ya hayır.”

Ünlü fizikçinin Tanrı algılaması, Alevi inanışı içindeki “varlığın birliği” inancının tam karşılığıdır.

Bugünün bile ötesinde, akıl dolu inanışları nedeniyle Aleviler, hangi dinin egemenliğinde yaşamışlarsa o dinin kesintisiz ve amansız düşmanlığının hedefi haline geldiler. Onlara yönelik düşmanlık, her dönemde, tahammül sınırlarının ötesinde oldu.

Aleviler, başka dinlerin hükümranlık alanlarında kendilerini olduklarından farklı göstermeyi, varlıklarını koruyabilmek için son bir sığınma noktası olarak benimsediler. Son bin yılda, İslam coğrafyasında, katliamlardan olabildiğince kurtulabilmek için olduklarından başka kisvelere bürünen Aleviler, önceki bin yılda da aynı korunma gerekçesi ile Hıristiyanlığa karşı takıyye içinde olmuşlardı.

İslam egemenliği altında yaşamaya mecbur kaldıklarında “asıl Müslümanlar biziz”deyip sudan sebeplerle camiye gitmeyenler, oruç tutmayanlar, namaz kılmayanlar, haccı reddedenler, geçmişte aynı coğrafyada Hıristiyan mezalimi ile kuşatıldıklarında gerçek Hıristiyanlar bizleriz deyip, kiliseye gitmemişler, vaftiz olmamışlar, haça tapmamışlar, Hz. İsa’nın ve Hz. Meryem’in kutsallıklarını reddetmişlerdir.

Aslında bu insanlar ne geçmişlerinde Hıristiyan oldular ne de İslam ikliminde yaşamaya başladıklarında Müslümanlığı seçtiler. Onlar sadece kendilerine yönelen ölümcül tehlikeleri savuşturmak için geliştirdikleri güvenlik söylemlerini hâkim dini rüzgârlara göre yeniden düzenlediler. Onlar geçmişlerinde ne kadar Hıristiyan oldularsa bugün de o kadar Müslümandırlar.

Alevilerin kendilerini düşman çevrelerde olduklarından farklı şekilde ifade etmeleri, onlar için bir güvenlik çemberi oluşturmakla birlikte, geçmişte ve günümüzde Alevilerin üzerlerine aldıkları korunma örtüsü, asıl olanı ortadan kaldıracak kadar iyi işlev görmüş, zaman zaman da asıl olanın yerini almıştır.

Alevilerin yaptıkları takiyyenin, Alevilik üzerindeki en büyük tahribatı ve onarılmaz yıkıcı etkisi, Hıristiyan ve Müslüman egemenliğinde yaşayan aynı inanışın, birbirleriyle ilişkilendirilmesini imkânsız hale getirmiş olmasıdır. Bu inanışın tarihi ikiye bölünmüş ve iki parçayı birbirine bağlayan halkaları neredeyse kaybolmuştur.

Geçmişte Aleviler, Hıristiyanlığın sapkın bir kolu sayıldılar. Bugünün Alevileri de Müslümanlığın sapkın bir mezhebi olarak niteleniyorlar. Aynı inanışın zamana ve zemine göre farklı dış görünümler sergilemesi, onun niteliğini ve tanımını değiştirmez. Bu insanların tarihini, yaşamsal zorunluluktan dolayı büründükleri dış görünüşlerini doğru kabul ederek, birbirinden bağımsız iki ayrı parçaya bölmek, kasıt da olsa, bilgisizlik de olsa onarılması gereken büyük bir hatadır.

Alevilik yakın tarihlerde ortaya çıkmış, ana gövdesi İslamiyet olan bir inanış veya mezhep değildir. O, kökleri kendisine giden asıl gövdesinden koparıldıktan sonra tarumar edilmiş, binlerce yıllık bağımsız bir inanış ve kadim bir yol, bir ulu erkândır.

Kopmuş iki parçanın bir araya gelmesi, Aleviliğin geçmişine kavuşması, kaybolmuş hafızasını kazanması gerekmektedir.

Alevilik, kendi geçmişini hatırladığında, tarihin bir kesitinde, suyu iyice bulandırarak Aleviliğin geçmişi ile bağlarını koparıp onu başka geçmişlere ve belirsizliklere bağlamak üzere kurgulanmış savların hiçbirinin tarihsel gerçekler üzerine oturmadığı anlaşılacaktır.

“Serçeşme” Alevi terminolojisi içinde, erkânı kuran kişi ve “yol”un başlangıcı demektir. Yaygın olarak kabul edilmiş, temeli olmayan yapay tarih tezine göre Aleviliğin başlangıcı ve tarihsel altyapısını oluşturan olay, 1240 yılında Orta Anadolu’da meydana çıkan Büyük Babai Hareketi’dir. Bu hareketin önderi, Baba İlyas olarak da bilinen Baba Resûl’ün halifelerinden Hacı Bektâş Veli de Aleviliğin kurucusu yani “serçeşme”sidir.

Hacı Bektâş Veli’ye edilen bu iltifatın hoşluğu içindeki Aleviler, bu iltifatın gerisinde Aleviliğin 1240 yılından önceki tarihinin inkârının gizli olduğunu sezemediler.

Hacı Bektâş Veli, Alevi yoluna üstün hizmetlerde bulunmuş bir Veli’dir ancak Hünkâr’dan önce uzun bir Alevi geçmişi vardır.

Alevi tarihinin derinliği bugün algılayabildiklerimizin çok ötesindedir. Bu inanışın bütününü aynı fotoğraf karesinin içinde görebilmek bizleri tarifsiz duygulara ve sonsuz ufuklara sürükleyecektir. Önümüzde bir derya, gözlerimizde kalın bir perde var. Gözümüzün perdesi ummana dalmamıza engeldir.

Erdoğan Çınar

Kızılbaş Alevî Olmanın Koşulları

“Kendini bilmek” öğretisinin şeriat kapısında durulduğunda, kendi gerçeğini yitirmiş ve bulma uğraşısı veren yol insanının en çok sıkıntı çektiği konulardan birisi de, “Nasıl Kızılbaş Olunur?” sorusu karşısında, nasıl bir yanıtın sahibi olması gerektiği konusudur. Tarih boyunca onun önünde sürekli hafıza boşlukları yaratılmış, yaratılan her boşluğa kimileri Müslümanlığı boca ederken kimileri de Hıristiyanlığı boca etmiştir.

Alevî bir anadan ve Alevî bir babadan gelmiş olmayı, Alevî olmak için yeterli sayan bir anlayış var. Bu anlayış, kendisini ister öz Müslüman görsün ister Alevî fark etmiyor, Alevî anne ve babadan gelmeyi her şey için açıklayıcı buluyor ve yeterli sayıyor. Tabii böyle bir anlayış ve yaşayış içinde olanların, ne Alevilik ne de Müslümanlık noktasında yaşadıkları hiçbir şey olmuyor, çocuklarına aktarabildikleri hiçbir şey de bulunmuyor ellerinde.

Bir Alevî anne ve babadan gelmek kuşkusuz anlamsız değildir. Sizin, köken itibariyle aidiyetinizi göstermesi, geçmişinizle sizin aranızda, hem maddi olarak hem de manevi olarak bağlar kurmuş olması bakımından önemlidir. Ancak, sizin ne dininiz, ne milletiniz, ne diliniz ne de kültürünüz genetik ve de biyolojik bir olay değildir. Bu edimler, insanın sonradan, bulunduğu çevreden, ilişkilerden edindikleridir ve tarih içerisinde sürekli değişkenlik arz eder.

Bu bağlamda, bir yere ait olma ya da onun bireyi veya üyesi olma isteği karşısında bir kısım koşullarla karşılaşmak nasıl ki kaçınılmaz ise din konusunda da durum farksızdır. Doğal olarak doğuş yaptığınız din ortamında o dine mensup oluşunuzun koşulları henüz küçük yaşta iken anne-baba terbiyesi olarak karşınıza çıkar ve oradan siz öğrenirsiniz. Sonrasını, onun kurumlarından, okullarından ve tümüyle o doğal çevre ilişkilerinden öğrenirsiniz.

Böylesi durumda, öğrenilen, bir doğal süreç gibi ortaya çıktığı için sanki doğuştan gelen bir durummuş yanılsamasını yaratır. Kuşkusuz bu bir yanılsamadır. Hepsi o doğal çevreden edinmiş özelliklerdir. Giderek tercihler değişebilir ve bu doğal ortamdan edinenleri terk etme ve başka bir şey olmak da mümkündür. Bunun sayısız örnekleri vardır.

Bu genel durumu da göz önüne alarak ifade edecek olursak, kuşkusuz Kızılbaş Aleviliğin de inanırlarına dayattığı olmaz ise olmaz bildiği kuralları ve koşulları vardır. Bu koşullar yerine getirildiğinde, Alevilik, yerine getiren üye tarafından, hayata geçirilmiş ve yaşam bulmuş olur. Pratik bir gerçeklik kazanır. Koşullar yerine getirilmeden ifade edilen Alevilik aidiyetinde ise ortaya çıkan sadece boş bir pratiktir. Öylesi bir yaşam tarzında ise üretilen ve yaşama duran Alevilik dışında her şeydir ama asla Alevilik değildir. Güncel Alevî yaşamında sergilenen gerçeklik tam tamına bu değilse de buna yakındır.

Ezici çoğunluk, üyelik koşullarını yerine getirmekten uzaktır. Getirir görünenlerin çoğu ise Kızılbaş Alevilik koşullarını değil, şu veya bu çıkarın öngördüğü koşulları “Aleviliktir” diye yerine getirmektedir. Ne bu, ne de ötekisi Kızılbaş Aleviliği yaşama durdurmamaktadır. Önemli olan da budur.

Şartsız Kızılbaş, erkânsız Kızılbaş’tır. Ölçüsü olmayan ve yaşamayan Kızılbaş’tır. Yaşama durmanın en önemli koşuludur bu. Kızılbaş Alevilikte “şeriat-tarikat-marifet-hakikat” olarak belirlenen öğreti kademesinde, Şeriat kapısına denk gelen konu, işte söz konusu koşulların kabulü ve tasdik edilmesiyle ilgilidir. “Şeriat” sözcüğünü duyan, “duymayan sağır yakıştırmış” örneği, Müslümanlığın şeriatından söz ediliyor sanıyor. Kimisi dışlıyor kimisi de İslam şeriatına yöneliyor. “Madem ki birinci ait olma kapısı şeriat kapısıdır, o halde öğrenilmelidir” deyip yolu yolağı terk ediyor ama yine de kendisini Kızılbaş sanıyor!


Peki, nedir Kızılbaş Alevî yoluna girmenimn ve ona üye olmanın şartları?

Kızılbaş Alevilik, şeriat kapısında yedi kalem şart koymuştur. Bu şartları aynı zamanda Kızılbaş’a farz koymuştur. Bu şartların biri eksik ise yol olmaz. O yolda yolcu da olunmaz.

Birinci şart, Hakkı tek görmek. Bütün görmektir. Hakkı “teklik içinde çokluk” olarak bilmek. Bilmenin şartı; “kendini bilmek”, onun şartı da, Hakkı on sekiz bin âlemde görmektir.

İkinci şart, kemerbest olmaktır. Onun da şartı; “masumu pak olmaktır”. (7 ile 16 yaş arası böyle kabul edilir)

Üçüncü şart, İkrardan geçmektir. Bunun şartı, birbiriyle dar olmuş aynı zamanda yar olmuş dört bedenin “tek can tek nefes” olmasıdır. Müsahipli olmaktır. Yol içinde yola giriş kapısıdır bu. Bunsuz dört kapının hiçbirisine varılmaz.

Dördüncü şart, bir pirin eteğini tutup bir mürşide bağlanmaktır.

Beşinci şart, yılda bir kez görgüden geçmektir. Bunun şartı; eşinle, musahibinle, çocuklarınla yar olmaktır. 12 komşu kapısını hak bilip onlarla yar olmaktır. Bütün yol hanelerini kendi hanenden saymak ve kendi haneni de bütün yol evlatlarına açık tutmaktır.

Altıncı şart, Dört Kapı Kırk Makam öğretisine teslimi rıza etmek ve iyi bir öğrenci olmaktır. Bunun şartı; “kendini bilmektir”. Onun da şartı, bilimle ve irfanla yürümektir.

Yedinci şart, yedi meydan, on iki aşura, üç hızır ve 48 perşembe orucunu hak bilmektir. Onun şartı; hak bildiğini teklifsiz gerçekleştirmektir.

Kim demiş ki, Kızılbaş Alevilik bir yol geçen hanıdır. Kim demiş ki Kızılbaş Alevî’deki engin insan sevgisi ve hoşgörüsü “gelene ağam gidene paşam” cinsindendir. Eğer öyle olsaydı büyükler:

“Gelme gelme, dönme dönme!
Bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir.
Bu yol demirden leblebi, ateşten gömlektir.
Ancak teslimi rızalık ile bunlar yerine gelir,
Yerine getirebileceksen gel.”

diye hiç çağrıda bulunurlar mıydı! İster “Müslüman’ım” densin isterse “Hıristiyan”, Kızılbaş Alevinin yol şartları bunlardır. Birinin “ben Kızılbaş Alevî’yim” diyebilmesi için bu şartları bilmesi, kabul etmesi ve yaşama durdurması şarttır.


İmanın Şartları

Bu şartlar Kızılbaş Alevilikte dinin şartlarıdır. Dinin şartları tabii ki iman etmeye bağlıdır. O halde Kızılbaş Alevilkte bir de iman etmenin şartı vardır.

Kızılbaş Alevilikte imanın şartı tektir. Verilen İKRAR’a bağlılıktır. Ona teslimi rıza etmektir. Eğer verilen söze bağlılık ve sadakat yoksa iman da yoktur. İmanı olmayan ise şartı yerine getirse bile bu usulen yerine getirmektir ve hak değildir. Bu münafıklıktır. Bu nedenle Kızılbaşlıkta “dua” yoktur. Tabi olmayan duaya “amin” de yoktur. Gülbank vardır. Hakk bildiğine tertemiz nefesle çağırmak anlamındadır bu. Tertemiz nefes ise özü doğrulukla mümkündür, münafıklıkla değil. Özü doğru olmanın şartı Hakk meydanında halk huzurunda özüne ayna tutmaktan geçer. Gül nefes (gülbank) ya da Gülçağrı’nın “gül” olmasına sebep ya da aynı bağlamda “Arınmış Söz” olmasına sebep, ağzın yıkanması değildir, özün yıkanmasıdır. Bu nedenle Gülbanka başlayan her Yol evladı özüne dönük “Gerçeğe Hü” diye söze başlar. Bu “sadece gerçeğe inanırım ve ona bağlı kalacağım” demektir. Bu bağlamda da “Halla Halla! Yuh Münkire yuh münafıka” diye bitirir sözünü. Bu da “gerçekler karşısında, bilinsin ve onaylansın ki, her kimde var ise inkârcılık ve iki yüzlülük, kahrolsun!” demektir. İşte kızılbaşlıkta iman budur.

Bu noktada Kızılbaş yol evladının uymak zorunda olduğu ahlaki öğretinin özünü; on iki yol erkânı oluşturur:

1) Nefsine (egona) göre değil, ihtiyacına göre davranmak. Kanaat ehli olmak.

2) Kendi yol ve erkân ölçülerine göre davranışta bulunmak. Bu noktada sabır ehli olmak. Şer minderinde olmamak. Hak ve adalet sahibi olmak. Hak ve adalete kararlı olmak ama kendi ölçülerinle olmak, şerrin diliyle, yoluyla olmamak.

3) Yumuşak huylu olmak. Hal dilini elden ve dilden bırakmamak. Didişmeye meyil etmemek.

4) Cömert olmak. Yol kardeşine, nefis ölçülerine göre değil, yol ölçülerine göre davranmak. Ondan malını esirgememek. Paylaşıcı olmak. İhtiyacı olana sende olanı saklamamak, muhanet olup başa kakıcı olmamak.

5) Gözünün gördüğüne görmedim dememek. Kulağın duymadığını duydum dememek. Kimsenin hakkına, canına, malına; dil ile, kulak ile, göz ile, el ile, ten ile, ruh ile tecavüzde bulunmamak.

6) İkrar verdiğn meydandan, pirden, rehberden, musahipten rızasız ve habersiz iş yapmamak.

7) Dövene ve sövene kul olmamak. Haksız kapısına varmamak. Zalim kapısından adalet dilenmemek.

8) Yol sırrını yol düşmanıyla konuşmamak, onunla dil sahibi ve yol sahibi olmamak.

9) Ne yalan söylemek ne de yemin etmek.

10) Mutlaka bir işin ve bir mesleğin sahibi olmak, çalışmayı ibadet saymak. Hünerle üretmek, hürmetle tüketmek.

11) Bildiğine bilmiyorum dememek. Bildiğini, öğrendiğini bildirmeyi, öğretmeyi zahmet saymamak. Bildiğinin Piri, bilmediğinin Talibi olmak.

12) Yol dışından yola karşı yönelme olursa canı başı hak yoluna koymakta tereddüt etmemek. Zalime dahi onun araçlarıyla cevap vermemek. En zor şartlarda dahi hak ve adalet yolundan ayrılmamak. Kendi dilince ve kendi yolunca bir cevabın sahibi olmak.

Gerçeğe Hü!..

Gelin özümüze sitem edelim
Hile ile hud’a ile hal olmaz
Hakkın divanına biz de gidelim
Hak katında yalan söze yer olmaz

Yine gerçeklerden açtık kapıyı
Bir pirin önünde kıldık tapıyı
Arı birlik ile yapar yapıyı
Birlik ile bitmeyende bal olmaz

Erenler gafletten kalktı uyandı
Gerçeklerin hünerine boyandı
Bu yolun içine girdi de kandı
Gaziler bu yolda hiç vebal olmaz

Ali kulu olan Hak’tan utana
Var pazarlık eyle cevher satana
Bu yolun içinde riya tutana
Sürün gitsin dört kapıda yer olmaz

Pir Sultan’ım eydür; Kalbimiz nurdur
Müminler gözlüdür münafık kördür
Erenlerin yolu kadimdir, özdür
Her tepenin başında bir yol olmaz

Haşim Kutklu, Kızılbaş Alevilikte YOL ERKÂN MEYDAN (ss.82-87)

Kızılbaş Alevilikte Cem ya da Meydan

Cem, en genel bir ifade ile özün her türlü olumsuzluktan, kirlilikten arındırılması ve öz birliğine yetilmesi anlamına gelir. Bu bağlamda bir tefekkür ya da içe kapanmayı da ifade etmektedir. Her türlü ikilikten ve ikircikli tutumdan arınmak ve öz birliğine yetilmektir. Dikkat edilirse bu ifade, kişinin kendi kendisiyle cem olması ya da birliğe yetmesiyle ilgili bir ifadedir. Bununla birlikte kişi ile kişi, kişi ile toplum ve nihayet kişinin maddi manevi doğal çevresi ile cem olması, birliğe yetmesi vardır. Dahası, toplumun bizzat kendisinin cem olması ve birliğe yetmesi vardır ki, şekilsel olarak farklı meydanlarda ifadesini bulsa da özü hep aynıdır.

Cem olmanın özü – birey için belirttiğimiz gibi toplum için de söyleyebiliriz – bütün bir maddi ve manevi yaşamda, ahlak insanı, ahlak toplumu olabilmektir. Yol dili ile söyleyecek olursak, “tek can tek nefes” olabilmektir. Ahlak toplumu derken, Aleviler böyle bir amaçla ve bilgi donanımıyla, yani, “Biz ahlak toplumu olacağız” diyerek yapmazlar bunu ve ayrıca buna gereksinmeleri de yoktur. Çünkü, ayrıca doğacı ya da çevreci olmaları gerekmediği gibi, onların yaşamlarının kendisi ahlaktır, çevreci ve doğacıdır. Tabii bütün bunları belirtirken “günün Aleviliği”nden söz etmediğimin, tam tersine, otantik “Yol’un Aleviliği”nden söz ettiğimin farkında olunmalıdır.

Cem için bu kısa tanımı yapabiliriz ama bilmeliyiz ki tanım ve tarifler konuyu ancak bir boyutu ile anlamamıza yardımcı olabilir. Konunun kendisini tam olarak kapsamayacağı için de, doğası gereği eksikli bir yaklaşım olur. Hal böyle olunca, biraz daha kapsayıcı bilgiye doğal olarak gereksinim vardır. Belli ki, biz eğer bir tapınma ya da güncel ifade ile bir ibadet ya da ritüelden söz ediyorsak; kuşkusuz, aynı zamanda bir kutsallıktan ve kutsal sayılanın manevi huzurunda, söz ile ve davranış ile saygı ediniminde bulunmaktan söz ediyoruz demektir. Hal böyle ise eğer, sözü geçen kutsallık nedir ve nasıl anlamalıyız?

Açıktır ki güncelde, tapınma ya da ibadetten söz edilen yerde de anlaşılan tek kutsallık Allah’tır. Bugün böyle anlaşılsa bile gelmiş geçmiş tekmil kutsallıkların kökü üç temel unsura dayanır. Birincisi, Barınma’dır. İkincisi, beslenme’dir. Üçüncüsü ise üreyim ya da neslin üretimi yani doğum’dur. Bu üçlü kutsal öğe, en kadim kutsallıktır ve tapınmalar başlangıçta bu üçlü kutsal öğeye saygı sunumu olarak başlamıştır. Otantik Alevilikte kutsallığın bu üçlü kadim terkibi hiç bozulmadı. Barınma simgesi olarak Ocak ve aynı bağlamda hane simgesi eşik hala kutsaldır. Yine beslenme simgesi sofra ve lokma ya da niyazlık halka kutsaldır ve bu üçlü, bir cem ayinin ayrılmaz bileşenleridir. Bu üçlü kutsal terkip Ana şahsında ifadesini bulduğundan Aleviliğin batıni yüzünde; Yol ana olarak, baba Erkân olarak tanımlanır.

Bu bağlamda da kadim kutsalların doğal ve dünyasal oluşuna koşut, bunlara sunulan saygı ve şükran edinimi de dünyasal olmak durumundaydı ve öyle de oldu.

Burada yeri gelmiş iken şöyle bir soru sorulabilir: İnsan soyunun kadim geçmişinde, hem kutsal saydıkları hem de manevi olarak o kutsallara yönelik sunumlarda bulundukları şeyler, dünyasal iken, nasıl oldu da, önce göksel bir kimlik kazandı sonra da fizik ötesine yani “Öte Dünya”ya taşındı? Kuşkusuz ince ve uzun bir yol süreki ile gerçekleşti bütün bunlar ama soru, tanrılar ve dinler söz konusu olduğunda, mutlaka ayrıca yanıtlanması gereken temel bir konuyu kapsar. Ne yazık ki bunun yeri de bu makale değildir. Alevilikte cem ya da Yol diliyle cem değil de MEYDAN konusunu, dayanakları bakımından nispeten daha esaslı anlamak için, kısaca da olsa burada kutsallık ve saygıdan söz etmek durumunda kaldım.

İster tek tanrılı olsun isterse çok tanrılı olsun, kapitalist toplum öncesi dinler, en temelde iki bölümde ele alınabilir. Birinci bölümdekiler, “doğal dinler” ya da aynı bağlamda doğal/ortaklık toplumu dinleridir. İkici bölümdekiler ise ‘semavi dinler’ olarak da tanımlanan “devletli toplum” dinleridir. Güncelde devlet ve iktidarın tetiklemesiyle “Alevilik din midir, mezhep midir?” ya da “İslam’ın bir yorumu mudur?” ya da “İslam’ın içinde midir dışında mıdır?” gibi yaklaşımlarla güncelleştirilen provokatif yaklaşımlara girmeden belirtmek gerekirse, konumuz bağlamında; Alevilik “doğal dinler” içinde yer alan en kadim din süreğine dayanır ve sadece bir iman ve itikatı kapsamaz. Bu haliyle de, yani hem toplumsal yaşam koşullarıyla hem de onun maneviyatını dillendiren, bir tarım toplumu yapılanmasıdır.

Alevilikte Cem bağlamında açılan meydanların tamamı, onun dünya görüşü ve sosyal yaşam tarzından ayrılmaz. Bir çiftçi ve çoban toplumunun günlük yaşam tarzını, kutsanması ve olumsuzluklardan arındırılması bağlamında bir cem erkânının tamamında görmek mümkündür. Zaten biraz da bu yüzden olacak ki, iman ve itikatlarını “öte dünya” anlayışına göre düzenleyenler ve ibadetlerini buna göre yerine getirenler, cemlere dışarıdan bakıp, “Bu ibadet değil cümbüştür” diyebiliyor en iyimser yaklaşımla. Tabii ki “mum söndürüldüğü” ya da “ana ve bacının bilinmediği bir seks partisi” olduğu yolundaki modernite dahil bütün devletli dinlerce öteleyen ve aşağılayan nitelendirmeleri de hiç hesaba katmak istemiyorum.

Aleviliğin değişik süreklerindeki cemlerde nüanslar vardır ama bununla birlikte genel yapı değişmez. Bu bağlamda cemler, sıralı cemler ve özel cemler olarak iki başlık altında toplanabilir.

Sıralı cem meydanları, yılın belli mevsimlerinde yerine getirilmesi gereken cemler olduğu gibi yılın belli ay ve günlerinde yapılması gereken cemlerden oluşur. Örnek olsun; On iki Nur hakkı için yerine getirilen, bugün Kerbela Matemi olarak adlandırılan ve on iki günlük yastan sonra yerine getirilen aşura cemi ayini, Hızır cemi, Hıdrellez (Hıdır-Eliyas) cemi, Nevroz cemi gibi cemler, sıralı cem sürekindendirler. Bu cemler, her yılın belli aylarının belli günlerinde yerine getirilirler.

Örneğin her yıl, günleri, 13 gün evvele kaydırılarak kutlanan İslami kurban bayramından 20 gün sonraya denk getirilerek yerine getirilen, Kerbela Yası ve aşura cem ayini, bugün yanılsamalı olarak sanıldığı gibi, kurban bayramlarından 20 gün sonrasında değil, her yıl Ekim ayının birinci ve on ikici günü arasında yerine getirilir. Bugünkü uygulanış şeklinde bile o günkü takvim belirlemelerine baktığınızda, o günün Hz.Hüseyin’in Kerbela’da şehit edildiği gün olduğunun kayıt edildiği görülür ama yine de bu çelişkili yaklaşım sürdürülmeye devam edilir!

Bunlara her hafta perşembeyi cuma gününe bağlayan ve akşamları yerine getirilen, haftalık muhabbet cemini de eklemek gerekir. Muhabbet cemi, Abdal Musa cemi diye de adlandırılır. Daha çok gençlerin de yer aldığı eğitim esaslı cemlerdir.

Yıllık olarak özellikle hasat sonunda yerine getirilen, yıllık görgü cemlerini de buna eklemek gerekir. Özel olarak yerine getirilen cemler hanesinde de değerlendirilir ama çoğu kere yıllık görgü meydanları sırasında, Yol’a girecek genç Alevî adaylarının ikrarları da görülür. Çünkü ikrar cemleri de görgüden sayılır.

Özel olarak yerine getirilen cemler ise daha çok isteğe bağlı olarak yerine getirilen cemlerdir. İkrar cemleri, eşleşme ya da müsahip cemleri ile çeşitli anlaşmazlıkların çıkmasında durumun aciliyetine ve tarafların isteğine bağlı olarak görgü cemleri yapılır. Bir de Mihman Meydanı ya da cemi diye adlandırılan, dışarıdan konuk olarak gelen yol kardeşleri hakkına düzenlenen özel bağlamda cemler vardır.

Dikkat edilirse yer yer eşanlamlı kimi kavramları -ki bu kavramlar Yol diline ilişkin yol kavramlarıdır- sıklıkla kullandım. Geçerken bu duruma ilişkin de bir not düşmek istiyorum. Günün Aleviliğinin en önemli ayırt edici özelliği, onun, esası itibariyle ortaklığa dayalı köylü karakterinin çözülmüş olmasıdır. Alevi toplumu bugün artık ortaklık toplumunun değil, kapitalist mülk toplumunun bir bileşenidir! Toplumun otantik özelliklerinin de artık tarih olduğu anlamına geliyor bu. Bu bağlamda da günün Alevisi sadece Yola değil onun diline de yabancıdır. İnkârcı ve ırkçı devlet yapılanmasının yıllara dayanan imhacı ve bozucu etkilerini de bu yabancılaşmaya eklersek, günün Alevilerinin tam bir bozulmayı ve kendi gerçeklerine yabancılaşmayı yaşadıklarını belirtirsek abartı olmaz. Kolektif hafızanın karanlıklarından ola ki gün ışığına çıkma olanağı bulabilir düşüncesiyle bu kavramlara yer verdim. Böylece genç kuşaklara da Aleviliği kendi kavramlarıyla tanıma olanağı sunulmuş olur diye düşündüm.

Diğer yandan, her biri kendi başına bir konu olması nedeniyle, yukarıda kutsanma ve arınma bağlamında cem ayinlerinin temel özelliğinden söz etmeme karşın, cemlerin yapılış şekillerine, yine bu bağlamda hizmet özelliklerine hiç girmedim.

Sonuç olarak, sözü çokça uzatmaya gerek yok. Kadim özellikleri itibariyle bir ortaklık toplumu ve doğal din yapılanması olan Alevilik, öyle sanıldığı gibi, bugün özellikle de metropollerde inşa edilen ve birer minaresiz cami örneği cemevlerine de, büyük çaplı kalabalıklarla yerine getirilen ve şekilden ibaret olan cemlere de gereksinmesi olmamıştır.


bkz.

Haşim Kutlu, Kızılbaş Alevilikte Yol Erkan Meydan, Yurt Yayınları; Ankara.
Haşim Kutlu, Kızılbaş Kadın, Alev Yayınları, İstanbul.
Ateşin ve Güneşin Yeryüzündeki Tezahürü Olarak Bozatlı Hızır.

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑