“Ne Arar İsen Kendinde Ara” diye buyurdu Bektâşı Velî.

Bu arayışın İLİM ile olması gerektiğini aksi taktirde varılacak yerin Hakk-i-Kat değil karanlık olacağını da öğretti bize Hünkâr.

İlim’in “mânasını” ise Yunus Emre‘nin;

“İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen, Ya nice okumaktır”

dizelerinden öğreniyoruz.

İnsan-ı kâmil olmaya giden yol’da İlimin mertebeleri, dereceleri:

▶ İlm-el Yakîn; Bilimle elde edilen kesin bilgi.Tarikat Kapısı
▶ Ayn-el Yakîn; Görerek elde edilen kesin bilgi. Marifet Kapısı
▶ Hakk-el Yakîn; Hakk ile bilmek, bir şeyi bütün teferruâtı ve özü ile bilmek. İlmin son mertebesi. Bir şeyi elde ederek, tadarak bilmek. İşin içine dahil olarak vakıf olmak. Hakk-i-Kat Kapısı

“Diğer yandan insan, bütün bunların bilgisine eren, “kendini bilme” ereğinde tanrısal aklın gerçekleştiği en yüksek makam olduğuna göre, aklın ve ruhun birlikteliğiyle, “Hakk ile Hakk olma” ereği, beden öldürülmeden de, yani can henüz aynı beden içindeyken de mümkün olur. İşte bu olasılık erkânına Kızılbaşlıkta “ölmeden ölmek” denmektedir.

Bunun da dereceleri vardır. Dereceler eğitim ve öğretim kademelerine göre anlam kazanır. Çünkü, Kızlbaş Aleviliğe göre “kendini bilme” ereği, her insanda saklı olarak vardır. Bu erek “uyku halindedir”. Uyku halinden, uyanıklık haline geçilmeden kendini bilme ereği yürülüğe girmez. Uyku halinden çıkmak için de uyarılma şarttır. Mürşit, Pir, Rehber, Zakir görevi bu durakta anlam taşır. Yol kuralları gereği bu makamlara öncelikle bağlanma zorunluluğun anlamı budur. Bu bir üstünlük değil, bir bilenin bir bilmeyene bildiğini paylaşması; karanlıkta olana, elinde ışık tutanın yol göstermesidir. Bu olmadan uyanma olmaz. Bu makamların uyarıcılığında, dört kapı kırk makam erkânınca dereceli olarak eğitimden geçmek ve kendini yetiştirmekle ölmeden ölme kapısına ulaşılır.” (Haşim Kutlu)

Bu “Alevî yasasından” (şeriat) anlaşıldığı gibi, kişinin Hakk-i-Kat’e ulaşması eğitim ve kendini bilmesi ile mümkün olur. Yunus‘un da vurguladığı gibi;

“Okumakta murat ne, Kişi Hakkı bilmektir
Sen kendini bilmezsen, Ha bir kuru emektir”


Aynı yasayı, Âşık Daimî;

“Ben Beni Bilmezdim Hatır Kırardım
Meğer İlmim Noksan İmiş Bilmedim”

“Daimi’yim Benliğime Kanardım
Ben Beni Görmezdim Eli Kınardım
Kişiyi Kendime Düsman Sanardım
Nefsim Bana Düşman İmiş Bilmedim”

şeklinde dile getirmiş. Bu “özü ile darda olma” durumunu bizler ile paylaşan üstat bize yol gösteriyor adeta;

Kendini bilmedikçe, nefsini yenmedikçe kişinin elde edeceği bilgi faydasız ve “kuru bir emektir”. Ne kadar bilse de ‘kemalete, Hakk-i-Kate ulaşamaz.

Nedir Hakk-i-kat, dilerseniz Âşık Daimî’den öğrenelim:

Ben insandan başka İlah arardım
Meğer ilah insan imiş bilmedim

İlah’ı kendisinden başka yerde aramanın nafile olduğunu, İlah’ı yani Hakk’ı kişinin kendisinde bulması gerktiğini anlatıyor bize Âşık Daimî. Vahdet-i vücûd ilmidir bu.

Vahdet-i Vücûd gerçeğini anladıktan sonra ise şu sonuca varıyor üstat:

Tüm Vadiler Gibi Sahralar Gibi
Sıra Dağlar Gibi Yaylalar Gibi
Akan Sular Gibi Deryalar Gibi
Cümle Âlem Bir Can İmiş Bilmedim

Vahdet-i Mevcut!.. Varolanların Bir’liği.

Ve kişi HAKK (i) KAT‘ında Mevcudat ile bir Ortaklığa girdiğini anlar ve yaşar…Toplum ile, Doğa ile… Aşk ile.

“Varoluş felsefesinde onu ‘idealizmden’ ‘materyalizme’ çeviren “Vahdet-i Vücut / Vahdet-i Mevcut” gibi tasavvuf aşamaları, Alevî-Bektaşî inancının toplumsal halk dini olmasını sağlamıştır.

Vahdet-i vücut’daki Kâmil İnsan yaratma aşaması, Vahdeti Mevcut’da Kâmil Toplum ve toplumlar yaratmaya dönüşür.

“Canlı-Cansız Doğayı” tanrısal özün görünüşüne çıkmış biçimi olarak görmek, aslında Tanrı’yı “nesnelerin toplamı” biçiminde algılamanın değişik anlatımından başka birsey değildir.

İnancın kâmil insanda tekleştirilmesi, bu birliğin de “Tanrı-evren-insan” birlikteliğinden oluşması kadar güzel bir inanç olamaz. Ayakları yere basan bir tanrı inancı tek tanrılı dinlerde yoktur, bütün kıyımlar da bundan dolayıdır.

Alevilik evrende elle tutulan, gözle görünen bütün maddesel örtüyü tanrısal özle birleştirerek tekleştirmiştir. Alevi inancı tanrıyı kâmil insanın gönlüne sokmuştur. Tanrıyı toplumdan kopuk hükmedici konumundan alıp ete kemiğe büründürerek gerçek yaşamın içine sokmuştur.” (Esat Korkmaz)

Bu Yola Talip Ol Bağlandın İse
Peyik Sofulara Beyan Eylesin
Hakikat Aşkıyla Dağlandın İse
Git Kendi Pirine Derman Eylesin

Müsayibini Al Durasın Dara
Dört Başın Ma’mur Et Olma Mudara
Müminler Fakirdir Değil Fukara
Bu Hakkın Cemine Cevlan Eylesin

Kemerbest Bağlamış Başında Tacı
Kulağında Küpe Güruh-u Naci
Gönül Bir Kâbedir Yap Da Ol Hacı
Davut Sulari De Nişan Eylesin

“Bu anlayış çerçevesinde Alevilik, mülk ve hükümranlık dünyasının/kutsallığının zıddı olarak Ortaklığın ve Hakkın (Rıza Makamı) Toplumu olarak kendini ifade eder. Bütün kutsallıkları öte dünyalılığı reddedendir. Dünya Ananın, doğurduklarının tümünü, ihtiyaçlarına göre rızıklandırdığını, bu bağlamda da cümlenin bu Yola bağlı olarak, ihtiyacına göre yaşamaları gerektiğini ifade eder. Başına her ne gelmişse, şöyle inandığı buna inanmadığı için değil, tam da böyle yaşadığı için gelmiştir. İslam’ın Allahı, ortak kabul etmez, bu bağlamda onun dünyasal temsilcisi Halife ve devleti de ortak kabul etmez. Mülk onundur, istediğine lütfeder istediğine etmez. Oysa, Alevilik, benim mülküm değil ortaklık diyor, hükümranlık değil rızalık diyor. Hükümranlık anlamında makam ya da kariyer yoktur. Hizmet ve Rızalık vardır. Dolayısıyla Aleviliğin yaşadığı bir yerde, Tek ve tekel olarak hükmetmek mümkün olmaz. Olursa da Aleviliği bastırarak, yok ederek olur. İşte orada, hükmetmek için kan dökmek kaçınılmazdır hükmetmek isteyene.” (Haşim Kutlu)

Şahin Kaya