Ara

Alevîlik

Yol Erkân Meydan

Devriye İlmi Üzerine

Alevî-Bektaşî-Kızılbaş inancının yüzyıllar öncesinden günümüze taşınması, Ulu Ozanlarımızın dizeleri sayesinde olmuştur.

Gelmiş geçmiş bilim-felsefe düşünürlerinin fikirlerinde de görülen birçok temayı yine ulu ozanlarımızın dizelerinde görüyoruz. Alevî-Bektaşî-Kızılbaş inancıyla yoğrulmuş, kemâle ermiş ozanlara ait olan dizelerden yola çıkarak birkaç örnek verelim;

Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişinlerinden Şir’i Bektaş Çelebi, Devriye adlı şiirinde şöyle diyor:

Cihan var olmadan ketm-i âdemde
Hakk ile birlikte yektaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü ol demde
Yaptım tasvirini nakkaş idim ben

Henüz Âdem, kâinat-evren yok iken ben Hakk ile birlikte idim; Hakk’ın, evrene hayat veren varlığın özünde idim ve kâinat-evren varlığımızdan var oldu. Onu nakış gibi işleyen, biçimlendiren bendim.

Ana’sırdan bir libasa büründüm
Nar-u, bad-ü, ab-ı Hâk’ten göründüm
Hayr’ül-beşer ile dünyaya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben

“Devr-i daim ile ateş, hava, su, toprak” dört ana elamandan vücut buldum. Canlıların içerisinde aklı, fikri, yaratıcı özelliği olması itibarıyla en hayırlısı idim ve Âdem var iken ben de var idim” diyor.

Âdem’in sulbünden Şit oldum geldim
Nuh u Nebî olup Tufan’a daldım
Bir zaman bu mülke İbrahim oldum
Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben

İsmail göründüm bir zaman ey can!
İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman
Eyyüp geldim çok çağırdım El’aman
Kurt yedi vücudum kan-yaş idim ben

Âdem’den Şit olarak doğan ben idim, Nuh Nebi, Beytullah’ı yapan İbrahim ben idim. İsmail, İshak, Yakup, Yusuf ben idim. Vücuduna kurtlar düşen, Eyyüp Nebi ben idim diyor.

Felsefî açıdan yüzyıllar önce yaşayan peygamberleri özünde anlayıp, onların insanlığa verdiği hizmeti bugün de kendisinin vermeye çalıştığını ve mânâda onlarla bütünleştiğini söylüyor diyebiliriz.

İnançsal açıdan da Viranî Baba’nın bir beytinde şöyle derken,

Bin bir dondan baş gösterdi Mürteza
Biz bir bildik dedik Allah-Eyvallah

Şah-ı Merdan Ali’nin zahirde farklı zaman, mekân, don (beden) ve isimlerde gelen, ama gerçekte bir olan Hakk’ın varlığını temsil ettiğini anlatıyor.

Şu fena mülküne çok gelip gittim
Yağmur olup yağdım ot olup bittim
Urum diyarını ben irşad ettim
Horasan’dan gelen Bektaş idim ben

Şir’î burada, fiziğin de konusu olan, “Evrende hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz” ilkesine dayalı “Maddenin Korunumu Kanunu”nu öngörüyor. Bu dünyaya çok defa gelip gittim, bedenimin eridiği toprağa düşen yağmur ve o topraktan çıkan ot ben idim. Anadolu’yu irşat eden Horasan’dan gelen Hünkâr Hacı Bektaş Veli ben idim derken de mânâda aynı düşünceyi paylaşmasını, içselleştirmesini ifade ediyor.

Şimdi hamdülillah Şir’î dediler
Geldim, gittim, zatım hiç bilmediler
Kimseler bu remzi fehm etmediler
Her gelen mahlûka kardaş idim ben

“Şimdi (dünyada bulunduğum anda) bana Şir’î dediler. Bu dünyaya çok geldim, gittim, ama sırrımı kimseler bilmedi. Her gelen varlığa kardeş idim.”

Bilim adamları, “Evren başlangıçta bir ışık ya da enerji kütlesiydi. Bazı koşullar sonrasında büyük bir patlama oldu ve o enerjinin çözülmesi sonucunda da bütün canlı ve cansız varlıklar evrimleşerek hayat buldu” derler. Şir’i Bektaş Çelebi, bu noktayı işaret ederken aynı zamanda bütün varlıkların Hakk’ın bir tezahürü (görünür hali) olduğunu, dolayısıyla O’ndan var olduğunu söylüyor.

Büryanî Baba bir deyişinde,

Canlı cansız cümlemiz bir nesneden
Var oluyor bu bir hikmet sultanım

derken, Edip Harabî de şöyle diyor:

Daha Allah ile cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk’a layık hiçbir mekân yok iken
Aldık hanemize mihman eyledik

“Hakk’ın varlığını, hikmetini hiç kimse bilmez iken, aklımız, bilincimiz ve inancımız sayesinde onu keşfettik ve varlığını ilan ederek felsefi anlamda biz yarattık. Hak bizimle var olup, gönlümüze mihman oldu.” diyor.
Âşık Veysel de zahirde sevgiliye yazıldığı düşünülen şu deyişinde,

Güzelliğin on para etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

mânâda aşkımız olmasaydı Tanrılığının değeri olamazdı; gönlümüz olmasaydı varlığını gösterecek başka yer/mekân bulamazdın derken, ne kadar güzel ifade ediyor?

Aynı mânâyı dile getirmiş olan Edip Harabî, ünlü devriyesinin ikinci dörtlüğünde şöyle diyor:

Kendisinin henüz ismi yok idi
İsmi şöyle dursun cismi yok idi
Hiçbir kıyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik

Hakk’a, Elif, Allah, Cabbar, Settar, Gaffar, Hûda, Rab, Tanrı, vb., isimlerini biz verdik. Onu Sıfat-ı Âdem’de tecelli eden varlık olarak, biz beyan ettik.

Daimi Baba,

Kâinatın aynasıyım
Madem ki ben bir insanım
Hakk’ın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım

dizeleriyle, Hakk’ın Âdem’de tecelli ettiğini, yol süreğimizde ibadetin cemal cemale olduğunu, kıblegâhımız ve secdegâhımızın bu sebeple Âdem olduğunu ne kadar güzel ifade etmiştir.

Hallac-ı Mansur da; “En-el Hak” diyerek söyleyecek bir söz bırakmıyor.

Bu ölümsüz eserleri anlayıp, yaşamımıza aktarabildiğimiz ölçüde Alevî-Bektaşî Yolu’nun derinliğini ve özünü kavrayabiliriz. Kendi kabına bile sığmayan, dinler üstü diyebileceğimiz ve sevgi üzerine inşa edilen, insan merkezli Alevî-Bektaşî-Kızılbaş inancını, ancak bakmadan gören, demeden duyan İnsan-ı Kâmillerin, Âşık-ı Sadıkların ve Ulu Ozanlar‘ın dizelerinden daha net anlayabiliriz.

“Âşıkın sözü, Kuran’ın özü” diye muhabbetlerde dile getirdiğimiz dizeleri yine Edip Harabî;

Ey vaiz-i riyakâr
Kur’an’ı bilmiyorsun
Gel bizden anla zira
Kur’an kelamımızdır

Cevrî Baba da;

Cevri bunda dilli Kur’an
Hem erkânlı yollu Kur’an
Elimiz de telli Kur’an
Gideriz Hakk’ın izinden

derken bağlamanın ve müziğin Alevî-Bektaşî inancı içerisindeki önemine dikkat çekmiştir.

Yüzyıllar boyu duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşam felsefemizi, inanç ve ibadet anlayışımızı bağlamanın tınısı eşliğinde ifade etmiş ve onu Telli Kur’an olarak kutsamışız. Bizim dilimizle söylediğimize o da teliyle eşlik ediyor. Bu saz-söz bütünlüğü sayesinde kültürümüzün ve inancımızın bu günlere geldiğini biliyoruz. Ozan damarından gelen ve bu geleneği karınca kararınca sürdüren bir ozan olarak, buna böyle inanıyorum.

Aşk ile…

Dertli Divani

Hatt-ı İstiva ve Harfler üzerine

Hurufiliğin amacı varlığın hakikatinin harfler aracılığıyla kavranarak yine harflerle Allah’ın varlıkta müşahede edilmesi ve O’na ulaşılmasıdır. Harflerin, aralarında öncelik ve sonralık olmayıp tek bir hakikat olduğunu kabul eden Hurufiler doğal olarak ilgilerini harflerin yekununa hasretmişlerdir. Onlara göre mümkün olan tüm sesleri ifade eden azami harf sayısı 32’dir ki bu Fars alfabesinin harf sayısıdır. Kuran alfabesinin 28 harfi de, 32 harfi içinde barındırmaktadır. Zira 29. harf olarak kabul edilen lamelif harfinin eczasında (eczanın, harfin okunuşunda ortaya çıkan harfler olduğunu hatırlatalım) tekrarsız olarak 4 çeşit harf (l, m, e, f) ortaya çıkmaktadır. İşte lamelif’ten ortaya çıkan bu 4 harf, Farsçada olup Arapçada olmayan dört harfin ki bunlara mucem harf denir, kaim-i makamıdır. Hurufi felsefesi Arap ve Fars alfabesinin işte bu 28 ve 32 harfi üzerine kuruludur.

Hurufiliğe göre varlık, harflerin yani tanrısal kelamın zuhurudur. Harflerden hareketle tüm varlıkta tanrısal kelamı dolayısıyla tanrıyı müşahede etmek mümkündür ve gereklidir. Kâmil bir insan, kendi yaratılışında bu ilahî kelimeleri müşahede ederek vuslat makamına, yani Allah’ın zat ve sıfatına ulaşmış olacaktır.

Varlık ve harfler arasındaki ilişki konusunda ilk nokta, yaratılmış olan her şeyin, Kuran’da belirtildiği şekliyle Allah’ın kün yani “ol” emriyle varlık sahnesine çıkmış olmasıdır. Allah’ın kelâmı olan bu emir, harflerden oluşmaktadır. Dolayısıyla varlığın özünde harfler vardır ve her bir yaratılmışın varoluş sebebi harflerdir.

Allah’ın, varlığı yaratırken buyurduğu “ol” emri, O’nun kelamıdır ve kelam, Allah’ın sıfatlarından biridir. Nasıl ki renk, koku, şekil gibi sıfatlar bir cismin kendisinden yani zatından ayrılamazsa Allah’ın sıfatı olan kelam da tanrısal kişilikten yani Allah’ın zatından ayrı düşünülemez. Kuvvet-i ezelînin 32 kelimeden başka sıfatı yoktur ve bununla zuhura gelir. Bu 32 kelime de onun zatından ayrı değildir, bilakis zatın aynısıdır. Yani harflerden oluşan Allah’ın kelamı, Allah’ın zatından ayrı değil O’nun zatının aynıdır.

Diğer taraftan her bir varlığın bir ismi vardır ki bu isimler harflerden oluşmaktadır. Bu isimler, varlığın bizzat kendisiyle ki buna müsemma (isimlenen) denir, doğrudan ilişkilidir. Zira, söz konusu ismi oluşturan harflerde bazı değişiklikler yapıldığında, bu isim artık vaz’ edilmiş olduğu müsemmayı karşılamayacak ve göstermeyecektir. Buradan hareketle, isim ve müsemmanın aynı olduğu sonucuna ulaşılır ki bunu, her bir varlığın aslında harflerden ibaret olmasıyla da ifade edebiliriz.

Varlık ile harfler arasındaki ilişkiyi açıklayan diğer bir nokta ise, harflerin varlıktaki bilfiil ve bilkuvve mevcudiyetidir. Örneğin iki cismi birbirine vurduğumuzda ortaya bir takım sesler çıkmaktadır ki bu sesleri biz harflerle ifade ederiz. Cisimlerin birbirlerine vurulmasıyla ortaya çıkan bu ses, onlarda harflerin bilkuvve var olduğunu göstermektedir. Canlılardan hayvanlar ise cansızlardan farklı olarak sesleri yani harfleri bilkuvve olarak değil bilfiil ortaya çıkarmaktadırlar. Ancak, her hayvan, mevcut tüm seslerden sadece bir kısmını telaffuz edebilmektedir. Canlılar içinde ontolojik olarak en üst noktada bulunan insan ise, kainatta mevcut olan tüm sesleri bilfiil telaffuz edebilen tek canlıdır. Kuran’da Allah’ın Hz. Âdem’e esma-i küllü yani tüm isimleri öğrettiği zikredilir [2/31]. Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin bir nedeni de Âdem’deki bu bilgidir. Hurufilere göre, Âdem’e Allah’ın öğretmiş olduğu esma-i küll, mevcut tüm sesleri ifade eden 32 harftir.

Varlığın temeli olan, bilkuvve veya bilfiil varlıkta bulunan harfler, tüm bunların yanında, fiziksel olarak da tüm varlıkta görülmektedir. Örneğin hayvanlarda bulunan 2 göz deliği, 2 kulak deliği, 2 burun deliği ve bir ağız boşluğunun toplamı 7’dir. 4 unsurla çarpıldığında ise 28 olmaktadır. Var olan her şeyi simetrik iki parçaya ayıran ve hatt-ı istiva denilen çizgiyi yüzün ortasından geçirdiğimizde bu deliklerden ağız boşluğu ikiye ayrılarak 8 boşluk oluşturur. 4 unsurla çarpımı da 32’ye eşittir. Elde edilen bu 28 ve 32 sayıları, ilahî kelamın varlıkta kendini göstermesi, diğer bir ifadeyle ilahî zuhurun varlıktaki izleridir. Bu noktada 32 harfin zuhuru olan 32 alamete sadece hatt-ı istiva ile ulaşılabildiği için, hatt-ı istiva 32 harfin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bitkilerin yapraklarını iki eşit parçaya ayıran damar, hurma ve buğday gibi bitkilerin çekirdeklerini de iki eşit parçaya ayıran çizgi, horozun ibiği, gergedanın boynuzu, devenin dudağındaki yarık, tüm bunlar hatt-ı istivaya yani 32 harfe işaret eder.

İnsan ise esma-i küllün yani 32 harfin tamamının vücudunda hatlar şeklinde zuhur ettiği tek canlı olması hasebiyle varlık zincirinde en üst konumda yer almaktadır. İnsan, yüzünde 2 kaş, 4 kirpik ve bir saç olmak üzere 7 hatla dünyaya gelmektedir. Bu hatlar insanın yüzüne anne karnında iken yazıldığı için ümmî hatlar olarak isimlendirilir. Bu 7 hat, dörder unsurdan oluştuğundan özünde 28 hattır. Hatt-ı istivanın geçirilmesiyle, saç hattı ikiye bölündüğünden 8 hat elde edilir ki bu durumda dörder unsurdan oluşan bu hatlar bize 32 hat olur. Diğer canlıların vücutları kıllarla kaplı olduğundan yüzdeki bu hatlar sadece insanda müşahede edilmektedir.

Erkeklerde buluğ çağına ulaştıktan sonra yüzün iki tarafındaki sakal, bıyığın iki tarafı, iki burun deliğindeki kıllar ve çene altı olmak üzere 7 hat ortaya çıkar. Bu hatlara ebî hatlar denir. Hatt-ı istiva ile çene altındaki hattın ikiye bölünmesiyle 8 hat zahir olur. Bu hatlardan da 28 ve 32 alamete ulaşılır. Diğer taraftan 7 ümmî hattın çıktığı 7 mahal vardır ki bunların toplamı 14’tür. Ebî hatlar da aynı şekildedir. 7 ayetten oluşan ve her namazda okunan Fatiha suresini tanımlayan seb’u’l mesânî (tekrarlanan yedi) terimi Hurufi felsefesinde aynı zamanda yüzdeki bu hatları ifade etmektedir.

İnsanda ilahî kelam olan 28 ve 32 harfin zuhuru bunlarla sınırlı değildir. Bir insanın ağzında 28 veya 32 diş vardır. Vücudunda toplam 12 delik vardır ve hatt-ı istiva geçtikten sonra 16 delik ortaya çıkar. Mahalleriyle birlikte bu deliklerin sayısı 32 olur. İnsan vücudunda 360 parça kemik, damar, sinir vardır. Bu da 6 kere 28 ve 32’ye eşittir ki insan vücudunun 6 yönden 28 ve 32 harfin mazharı olduğunu ifade eder. İnsanın sağ ve sol ellerindeki parmaklarda toplam 28 mafsal vardır. Hurufi metinlerde örnekler bu minval üzere çoğaltılmıştır.

İnsan 28 ve 32 harfi telaffuz edebilen ve vücudunda hatlar aracılığıyla harflerin mükemmel bir şekilde zuhur ettiği tek canlı olmasıyla “Ahsen-i takvim”dir. İnsandaki bu mükemmel zuhurun ifade ettiği mana insanın, ilahî kelamın diğer bir deyişle Allah’ın tam bir mazharı olduğudur. Nitekim bir hadiste de “Allah, Âdem’i kendi sureti ve rahman sureti üzerine yarattı” denmiştir.

Fatih Usluer
fatih-usluer-hurufilik
[Rezerv (ihtiyat): Yazarın, Hurufiliği Sünniliğe bağlama iddiası ve çabası hariç bu kitapta önemli bilgiler mevcut]

 

Seyyid Nesimî

Alevi Bektaşi Kızılbaş inancının yüzyıllar boyu bugünlere kadar taşınmasında en etkin rol oynayan âşıklık ve ozanlık geleneğinin en ulusu diye bileceğimiz bir ozanın “En-el Hak” adlı eserini olduğu gibi paylaşıp yorumlamadan karınca kararınca günümüz Türkçesine çevirmeye çalışacağım. Seyyid Nesimî deyince fazla söze gerek kalmıyor. Onu anlamaya çalışmak bile yetiyor.

Seyyid Nesimî

İmadeddin Nesimî diye anılır. Doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, Azerbaycanlı Şarkiyat ve Türkoloji uzmanı Hamit Araslı’nın Klasik Azerbaycan Edebiyatı “İmadeddin Nesimî Seçme Eserleri” adlı kitabına göre asıl adı Ali olan Nesimî, 1369 yılında Azerbaycan’ın Şamaxı (Şamahı) şehrinde doğduğu belirtilmektedir.

Bu kaynağa göre Hurufilik inancının piri olan Tebrizli Fazlullah Naimi’nin Azerbaycan’ın Şirvan şehrine yerleştiği, düşüncelerinin hızla etrafa yayıldığı ve Bakü’de etkin bir şekilde taraf bulduğu sıralarda Nesimî, Fazlullah Naimi ile görüşür. Hallac-ı Mansur’un “En-el Hak” anlayışında olan Nesimî, Hurufi inancını benimser ve Fazlullah Naimi’nin en önde gelen izcisi ve daha sonra da damadı olur.

Nesimî, Divan edebiyatının büyük ozanlarından sayılır. Türkçe ve Farsça divanı vardır. Alevi-Bektaşi geleneğine göreyedi ulu ozandan biridir.

1394 yılında Timurlenk’in oğlu Miranşah’ın gönderdiği adamları tarafından Fazlullah hapse atılır. Nahcivan yakınlarında Alınca Kalesi’nde vahşice idam edilir. Seyyid Nesimî de uzun yıllar takibe alınır ve bir ara Bağdat yakınlarında sonra Şiraz ve Tebriz’de kalır. Daha sonra Anadolu’da (ki muhtemelen Alevi-Bektaşi toplumunun içinde barınır. DD) Diyarbakır, Mardin Nusaybin ve en son Memlûklerin merkezi Mısır’a bağlı Halep şehrinde yaşadığı sırada Ruhaniler onun Hurufi mürşidi olduğunu öğrenir, diri diri derisinin yüzülmesine fetva verir.

Derisi yüzülürken kan kaybeden Nesimî’nin sarardığını gören Ruhaniler: “Sen ki Hak isen rengin niye sararır?” derler.

Nesimî;“Ben ebediyet ufuklarında doğan aşk güneşiyim. Güneş batarken sararır.” diye cevap verir.

Ruhanilerden biri; “Bu o kadar melundur ki, onun kanından nere düşse kesip atmak lazımdır.” der.

Tesadüfen Nesimî’nin bir damla kanı o ruhaninin parmağına sıçrar. Oradakiler ruhaninin parmağının kesilmesini ister. Ruhani ise, “Ben sözgelişi demiştim.” der.

O zaman kan içinde olan Nesimî, “Zahidin bir parmağını kessen dönüp Hakk’tan kaçar / Gör bu gerçek aşığı ser-pa (baştan ayağa) soyarlar ağrımaz.” diyerek dünyadan göçer.

Nesimî kesin olmamakla birlikte, 1417 yılında Halep’te derisi böyle yüzülerek katledilir.

Ene’l Hakk

Daim Enel Hak söylerem Haktan çü Mansur olmuşam
Kimdir beni berdar eden, bu şehre meşhur olmuşam

Kıble’siyem sadıkların,mâşukıyem âşıkların
Mansuru’yem lâyıkların, çün Beyt-i Mâmur olmuşam

Musa benem kim(ki) Hakkile daim münacat eylerem
Günlüm tecelli turudur, anın için Tur olmuşam

Erdim kaşın Mi’racınakim(ki) Kâb-ı Kavseyn oldürür
Vuslat şebinde gör beni, ser tâ kadem nur olmuşam

Bezm-i ezelde içmişemvahdet meyinin cür’asın
Şol cür’adan kim(ki) tâ ebed sermest ü mahmur olmuşam.

 Ey mihr yüzün Vedduha, Velleyl imiş saçın kara
Lâlin bana darüşşifa oldur ki rencur olmuşam

Her ne yana döner yüzümyâri görür anda gözüm
Çün bu gamımdan gam yedim şâdan ü mesrur olmuşam

 Ol şahid-i gaybi benem kim(ki) kâinatın ayniyem
Ol Nutk-u Rabbani benem ki dilde mezkûr olmuşam

Çün on sekiz bin âlemeoldu vücudum ayine
Ol Suret-i Rahman benem kim(ki) halka mestur olmuşam

 Ol gizli gencin sırrıyem kim(ki) zâhir oldu âleme
Ol gevherem kim gün gibi âlemde meşhur olmuşam

Çün ben Nesimî gevherem, gencim size faş eylerem
Ben bir deli divaneyem, gör kim(ki) ne mâmur olmuşam


Günümüz Türkçesiyle

Hallac-ı Mansur gibi daima en-el Hak söylemekteyim
Bu dünyada herkes beni böyle biliyor beni asacak olan kimdir?

Sadık olanların kıblesiyim, Âşık (seven) olanların maşukuyum(sevilen)
Hakk’a layık olanların Mansur’uyum, Meleklerin secde kıldığı makam benim.

Musa gibi Hakk ile daima görüşmekte, dilek dilemekte ve yakarmaktayım.
Musa’ya Tur-u Sina’da görünen Rab, benim gönlümdedir. Onun için Tur olan benim.

Madde âleminden çıkıpmanaya eriştiğim, Hak ile Hak olup
Ona kavuştuğum gün beni baştan ayağa nurolmuş göreceksiniz

Elest bezminde, ruhlar âleminde birlik meyinden bir yudum içtim (ikrar verip bir kararda durdum).“Varlığın birliği” inancıyla sonsuza kadar bu gerçeği görerek yaşamaktayım

Ey, yüzün güneş, saçın kuşluk vakti alaca karanlığı gibi
İncinmiş ve hasta olan gönlüme susman ve konuşmaman şifadır.

Her ne tarafa yönümü dönsem gözüm Hakk’ı görmektedir
Gamım kederim kalmadı, sevinçli ve muradıma erdim mutluyum

Gaybın şahidi, manayı bilen benim ki kâinatın, evrenin aynısıyım
Dilde zikrolunan, anılan Rab’ın nutku, Allah’ın kelamı benim söylediklerimdir.

Vücudum on sekiz bin âlemin aynası oldu
Hakk’ın görünen sureti benim ve Hak bende gizlendi, sır oldu.

Görünmeyen Hakk’ın sırrı bende âleme göründü
Ol cevher, Hak bendedir ki güneş gibi âlemde bilinmekteyim.

Zira Hakk’ın tecelli ettiği Nesimî benim ve bendeki Hakk’ın sırrını açıklıyorum
Ben bir deli divaneyim, ama görün ki bende neler var.

Sözlük:

Çü: Gibi.

Berdar: Asılmış, darağacına çekilmiş.

Mâşuk: Sevilen, âşık olunan.

Çün: Zira, çünkü, mademki.

Beyt-i mâmur: Meleklerin kıblesi. Göklerde meleklerin tavaf ettikleri yer, makam.

Münacat: Yakarma, dilekte bulunma.

Tecelli: Ortaya çıkma, görünme.

Tur: Musa Peygamberin Rab ile konuştuğu dağın adı.

Kab-ı kavseyn: Mi’râc da “Kâb-ı Kavseyn” denen, beşeriyetin tümüyle yok olma durumunda, âdeta bir yayın iki ucu, hatta daha da ötesi, “ev edna” tabiriyle ifade edilen makamda, Rab ile karşılaşma, buluşma.

Vuslat: Erişmek, kavuşmak. Tasavvufta; Hakk’a ulaşmak.

Şeb: Gece.

Ser ta kadem: Baştan ayağa kadar.

Bezm-i ezel: Varlığın-Hakk’ın ilk toplantısı. “…bütün ruhlar orada birbirlerine şahit tutuldular.”

Cür’a: Yudum.

Sermest-ü mahmur: Sarhoşluğun sebep olduğu sersemlik içinde olan, durgun ve baygın bakışlı. Bâtıni anlamı: Gerçeği, Hakk’ı görmek; kendinden geçmek.

Mihr: Güneş

Vedduha velleyl: Kuşluk vakti karanlığı ile, âlemi kaplayan gece.

Lâl: Dilsiz, dili tutulmuş, susmuş.

Darüşşifa: Sağlık hizmeti verilen, hastaların yatarak tedavi oldukları kurum.

Rencur: İncinmiş, sıkıntılı, rahatsız, dertli, hasta.

Şâdan-ü mesrur: Sevinçli, memnun, sevinmiş muradına ermiş.

Şahid-i Gaybi: Gaybin şahidi, öte âlemi-mana âlemini bilen.

Nutk-u Rabbani: Rabb’ın, Allah’ın nutku, Allah’ın kelamı.

Dil: Gönül

Mezkûr: Anılan, sözü geçen, zikredilen, zikrolunan.

Suret-i Rahman: Zahiri: Hak, Âdem’i rahman suretinde yarattı. Alevi-Bektaşi-Kızılbaş inancına göre: Âdem-İnsan, Allah’ın/Hakk’ın görünen suretidir.

Mestur: Örtülü, kapalı, gizli.

Genc: Hazine.

Gizli genç: Gizli hazine. Tanrı, Rab, Allah.

Faş: Açıklama

Mâmur: İmar edilmiş, işlenmiş.

• Dertli Divanî •

Şah Üzerine

Bir kişi gayetle sevse pirini
Osmanlılar talan eder malını
Ben sürmezem erkânsızın yolunu
Bu yıl bu yayladan Şah’a giderim
Pir Sultan Abdal

Şaha Gitme” deyimi (…) hak ve adalet arayışıyla ilgili bir söylemdir. Bu deyim Alevi-Bektaşi dünyasında rızalığın egemen olduğu, hiçbir haksızlığın yapılmadığı, eşitsizliğin olmadığı, kulluğun ortadan kalktığı, sömürüsüz, baskısız, özgür ve adil bir dünyaya bitmek bilmeyen bir yolculuğun simgesel anlatımıdır. Çünkü Alevi düşünce sistemi içerisinde “Şah” kavramı iyiliği, doğruluğu, güzelliği, hak ve adeleti, insanı kutsayan anlayışı ve insanlığın karanlıktan ve kötülükten kurtuluşunu simgeleyen bir kavramdır.

(…) Alevi düşünce dünyası açısından son derece önemli bir kavrama ayrıntılı açıklık getirmek sanırım yararlı olacaktır. Toplumlarda baskılar çoğaldıkça, insanlar soluksuz, “güzel yollar” sefil kaldıkça, nefes almak zorlaştıkça beklentiler ve kurtarıcı özlemi yoğunlaşır. Alevî-Kızılbaş toplumunda bu kurtarıcı “ala gözlü, gül yüzlü Şah”tır, “mağripten maşrıka yürüyüp gelen Mehdi”dir, tüm zamanların sahibi “Sahib-i Zaman”dır. Bu kurtarıcının mutlaka bir gün geleceğine inanılır.

Pir Sultan Abdal‘ın, Koyun Abdal‘ın ve diğer Alevî-Bektaşî ozanlarının deyişlerinde sık sık geçen “Şah” kavramı, bu bağlamda Aleviler tarafından haksızlığı, yoksulluğu, zorbalığı, zulmü ortadan kaldıracağına, hak ve adalet dağıtacağına, “kısa çöp”ün hakkını “uzun çöp”ten alacağına, “sefilleri” şad edip güldüreceğine inanılan bir kurtarıcı güçtür. Yani iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin, başeğmezliğin Hakk’ın ve adeletin simgesidir. Bu kurtarıcı “Şah” kimi zaman Ali‘dir, kimi zaman Hüseyin, kimi zaman Baba İlyas, kimi zaman güvercin donunda, yani dostluk ve barış donunda Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş, kimi zaman Şeyh Bedrettin, kimi zaman boynu vurulan Şah Kalender, kimi zaman bir başkası… Bu “Şah” ne zaman, hangi donda, kimin donunda ortaya çıkar, bunu kimse bilemez. Fakat Alevi düşünce dünyası içinde böylesine köklü bir inanç vardır.

Koyun Abdal dışında, Alevî toplumunun yetişdirdiği en büyük ozanlardan biri olan Pir Sultan da Osmanlının Hızır Paşa‘sı tarafından Sivas‘ta asılacağı sıra; “Ben de bu yayladan Şah’a giderim”, “Açılın kapılar Şah’a gidelim”, “Kâtip arzu halim Şah’a böyle yaz” demez mi?.. Kimileri bunu yanlış bir şekilde yorumlayarak yalnızca Safevi ya da İran Şahları olarak anlamaktadır. Oysa ki Alevi toplumunca olayın algılanma biçimi yukarıda değindiğimiz gibidir.

Şah“, “Mehdi” ve benzeri kavramlarla tanımlanan tasarımlar, her dönemde ezilen toplumların özlemini yansıtan “Hak ve adaletin egemen olduğu düzen” kurgulanmasından beslenen ve Anadolu’da Alevî-Bektaşî toplumu tarafından da derinden benimsenen bir tasarımdır. “Güzel günlerin habercisi olan Şah” tasarımı ve Şah’ın kuracağı “baskısız ve sömürüsüz dünya” özlemi, anlaşıldığı kadarıyla insanlığın varoluşundan bu yana ezilen toplumların içlerinde taşıyageldiği, bitmek bilmeyen yakıcı bir özlem olmuştur. Beliki de bastırılan ve susturulan, umutları kuşatılmış insanların içinde bulundukları umarsızlık ve bunalım derinleştikçe, bu tür düşsel boyutlu tasarımlara daha çok gereksinim duyulmuştur.

Yer ve zaman değişimi olsa da, her dönemde bu tasarım ve düşünce yapısına uygun olarak şekillenen “Şah“, Alevî-Bektaşî toplumu tarafından insanları kötülükten kurtaracak, bolluğun ve bereketin hâkim olduğu, baskı ve zulmün ortadan kaldırıldığı, mutluluğun, adaletin ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir düzene kavuşturacak, inasanlar arasında ayrımcılığı giderecek “kurtarıcı kişi”, “insanlığı aydınlık ve mutluluğa taşıyacak öncü” olarak algılanır. Bu bağlamda bir beklentinin, insanlığın “uzun yürüyüş tarihi” boyunca benliğinde sakladığı derin bir özlemin, bir “düşsel dünya”nın yansımasıdır. Bu nedenle Şah olarak tanımlanan/tasarlanan kişi, yerine ve zamanına göre değişkenlikler gösterebilir. Fakat bu değişkenlik durumu, “Şah” kavramıyla algılanan ve sunulan tanımın içeriğini/yapısal özelliğini değiştirmez. Bu bağlamda Alevî-Bektaşî-Kızılbaş toplumu gülbanklarına (dualarına) başlarken çoğunlukla “Bism-i Şah” diye başlarlar…

Kısacası, bu noktada; “Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu / Ne yatarsın Şah’ım günlerin geldi” denilerek derin bir sabır ve özlemle beklenen “Şah” imgelemesi nasıl söylenirse söylensin, “ala gözlü, gül yüzlü güzel Şah”ı yaratan, simge haline getiren düşünce dünyası, özlem ve arayışlar büyük önem taşımaktadır.

Beklenti, özlem ve eğilimler insanın somut koşullarıyla ilgilidir. Yoğun baskılar altında ezildikçe ve umarsızlıktan bunaldıkça “ala gözlü Şah” ya da “gül yüzlü Mehdi Dede” beklentisi ya da benzeri şekilde tanımlanan bir “kurtarıcı” Alevî-Bektaşi düşünce dünyası ve âşıkların deyişlerinde her zaman baskın bir eğilim olarak sürekli var olmuştur.

Koyun Abdal aktı coştu
Bendine sığmadı taştı
Kervanımız yola düştü
Kalktı gider Şah’a doğru


Ali Haydar Avcı, Şah Kalender İsyanı, La Kitap Yayınları, ss.99-102

sk

Ahilik

…Sayısız yanlı yazar-araştırmacı bâtınî bir örgüt olan Ahiliği, Anadolu Aleviliğini yaratan insanlarla aynı kökenden gelenlerin kent koşullarında yarattığı bu örgütü, bu örgütün insanlarını, Sünni anlayışın daracık, karanlık dünyasına çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu noktada azımsanmayacak bir başarı da sağlamış durumdalar.

Bugün bu anlayışa dur demek zamanı gelmiştir. Anadolu halkının tarihini yeniden yorumlamak; insan üretici gücü bağlamında Aleviliği yaratanlarla Ahiliği yaratanların aynı değerlerle insana, aynı hoşgörüyle beslendiklerini kanıtlamak; Ahiliği ve Ahileri, Sünni kirlenmişlikten kurtarmak, onların sınıfsal kimliklerini, neye karşı kimlerle taraf olduklarını gözler önüne sermek; bu yolla oynanmak istenen oyunu / oyunları bozmak gerekmektedir.

“Alevilik-Bektaşilik mi Ahiliği yaratmıştır; yoksa Ahilik mi Alevilik-Bektaşiliği?” ya da “Alevilik Ahiliktir; Ahilik Aleviliktir”, “Ahilik, Aleviliğin bir türevidir” vb. fazla taraf kokan yüzeysel kestirmelerle tartışmayı üretici kılmak olanaklı değildir.

Doğru olan, anlaşılması / bilinmesi gereken Ahiliğin bir Alevilik yaratısı ya da türevi olarak değil, Aleviliği yaratan insanlarla köken ortaklığı olan, aynı değerler tarafından eğitilen, aynı kolektif bilincin taşıyıcıları durumunda bulunan insanların, hemen hemen aynı zaman aralığında kentlerde yarattıkları bir örgütlenme olduğunun bilince çıkmasıdır.

horasan erenleri

Ahilik Nedir

Ahilik, yalnızca Türkler/Türkmenler arasında varlığını sürdürmüş olan; düşünsel açıdan Ali‘nin adıyla simgelenen toplumsal muhalefete bağlı, bâtınî bir kuruluş olmasıyla belirgin, ancak geçimini sağlayacak bir zanaata sahip olanların girebildiği, alışılagele anlamda bir tarikattan çok, belli kuralları, koşulları ve inanç geleneği bulunan, dine bağlı bir yapılanmadan apayrı özellikler taşıyan bir uğraş örgütüdür, bir iş, emek birliğidir; bu anlamda bir kurumdur.

Araştırmacılar, Ahiliğe temel olan Ahi sözcüğünün, kökeni konusunda tam bir görüş birliği içerisinde değildir. Ancak, genel kabul gören, tarihsel olaylar, olgular tarafından doğrulandığı savlanan anlayış; Türkçe, “yiğit, cömert, eliaçık” anlamlarına gelen “akı” sözcüğünün, zamanla Arapça, “kardeş” anlamına gelen “ahi” biçimine dönüştüğü şeklindedir.

Emevilere karşı Horasan‘da, Abbasi ihtilalinin önderi Ebu Müslim el Horasanî‘yi (…-755) destekleyenler, bir bakıma Ahilerin öncülleriydi. Söylence yüklü de olsa Ebu Müslim sonraları, bir meslek kesimini temsil eder oldu.  Anadolu Rum Abdalları, Hacı Bektaş Veli düşüncesinin yılmaz savaşçıları olduklarının bir simgesi olarak, Demirci Aki Hurdek tarafından Ebu Müslim‘e bir savaş aracı olarak verilen baltayı, sürekli yanlarında taşıdılar. Ebu Müslim el-Horasanî‘nin tarihi kişiliği, efsaneleşmiş yaşamı ve savaşları kapsamında, Ali yandaşlarıyla, Muaviye yandaşları arasındaki mücadeleyi destanlaştırırlar. Horasan’dan/Türkistan’dan Anadolu’ya “Alpler“, “Alp Erenler” oldular.

Ahiliği birinci dereceden etkileyen ve ona önemli katkılar veren Fütüvvetçilik, X.yüzyıldan başlayarak örgütlendi. Fütüvvet, çoğulu “fityan” olan Arapça “delikanlı, yiğit, eliaçık, gözüpek, iyi huylu kişi” anlamlarına gelen “feta” sözcüğünden gelir.

Emeviler yıkılıp, Abbasi soyu başa geçtikten sonra bu kez Horasan / Türkistan kökenli askeri birliklerin güçlü ve imtiyazlı duruma geçmelerine;merkezi otoritenin ekonomik sömürü ve siyasal eşitsizlik dayatmalarına karşı bir tepki olarak, IX. yüzyılından itibaren bâtıni bir şemsiye altında ve Arap halk katında, kimi örgütlenmeler belirmeye başladı. Abbasi yönetimin güçlü olduğu dönemlerde sivil itaatsizlikten öteye geçemeyen bu kıpırdanmalar; devlet otoritesinin zayıflamasıyla tehlikeli boyutlara sıçradı…

Kamu yararına davrandıkları savıyla hareket eden bu fityan ocakları, sonraları; devletin siyasal yapısı içerisine çekilerek etkisiz kılınmaya çalışıldı. Özellikle, asker ve güvenlik güçlerinin yetersiz kaldığı Arap olmayan İslam ülkelerinde seyyar milis gücü olarak kullanılmaya başlanıldı. Fityan ocaklarının, siyasal amaçlarla devreye sokulması onların, standart bir ahlaki disiplin altına girmeleri ya da sokulmaları zorunluluğunu ortaya çıkardı. Bu zorunluluk, fityan ocaklarının öncüleri / önderleri tarafından giderildi ve ilk ikeler şekillenmeye başladı. Başlangıçta fütüvvetçi kuralları olarak bilinen bu ilkeler zamanla, fütüvvetçi, ayyar, şâtır vb. kuruluşların ortak nitelikleri olmaya başladı. Ayrı ayrı adlarla anılan bu tür kuruluşları kendi potasında toplayan fütüvvetçilik, giderek belli amaçlarla belli zamanlarda bir araya gelen ve belirlenen ahlaki / yiğitlik kuralları içinde davranan örgütlerin genel adı oldu.

Abbasi yönetimin iyice zayıflamasıyla fütüvvetçilik, siyasal bir kimlik olarak öne çıktı. Bunun üzerine Fütüvvetçiliği, kendi başkanlığında örgütleyip politik / siyasal amaçları için kullanmayı planlayan Abbasi halifesi Nasır Lidinillah (saltanatı: 1180-1225) çöağının büyük mutasavvıfı, Şahabüddin Ebû Hafs Ömer el-Sühreverdî‘ye (1145-1234), geniş kapsamlı bir fütüvvetnâme yazdırdı. Böylece fütüvvet, belli kurallar çerçevesinde bir öncü örgüt, olağan zamanlarda atıcılık vb. etkinliklerle kendini canlı tutan bir izci örgütü olarak kurumlaştı. Halife Nasır Lidinillah‘ın amacı, bu öncü örgütü, bu izci örgütü kullanarak sarsılmış Abbasi egemliğini yeniden pekiştirmek, güçlüyle güçsüzü birleştiren bir toplumsal kaynaşma sağlamak ve komşu yönetimleri egemenliği altına almaya çalışmaktı.

1183’te örgütün piri ve şeyhi Abdülcebbar‘dan fütüvvet şalvarını giyerek, fütüvvet örgütlerinin şefi oldu. Bu noktadan sonra fityan örgütleri, ilk ortaya çıkış amaçlarına zıt bir kanalda, Abbasi yönetiminin yüksek çıkarlar doğrultusunda davranan aristokrat nitelikli bir saray teşkilatı olarak gelişti.

Fityan örgütleri Nasır‘ın amaçlarını İslam ülkelerine yaydı; bu arada Anadolu Selçuklu Devleti de fütüvvet çağrısına uydu. Önce İzeddin Keykavus (1210-1219), kendi başvurusuyla Halife’den fütüvvet şalvarını aldı; ardından da Alaaddin Keykubat (1219-12377), Halife’nin dinsel danışmanı ve fütüvvetnâme yazarı Süreverdî‘nin elinden Konya’da fütüvvet şalvarını giydi. Böylece, Abbasi saray fütüvvetçiliği, Anadolu’ya taşınmış oldu; Selçuklu sultanlarının korumasında hemen her yana rahatça yayılma olanağı buldu.

***

X.yy’dan başlayarak Batı Türkistan‘da ve İran‘da yoğunlaşan Oğuz kökenli Türkler/Türkmenler, 1040’ta Gazneliler Devletine karşı kazandıkları Dandanakan Savaşı’ndan sonra Rey kentini kendilerine başkent yaparak Büyük Selçuklu Devleti‘ni kurdular.

Anadolu’yu Bizansın elinden almak amacında olan Selçuklular; 1048’de Pasinler‘e, 1054’te Muradiye‘ye, 1059’da Sivas‘a, 1064’te Kars‘a girdiler. 1071 Malazgirt Savaşı‘ndan sonra Anadolu, bütünüyle Selçuklulara açılmış oldu. 1071’i izleyen göçler, XIII.yy’ın sonlarına değin sürdü. XIV.yy’dan başlayarak göç hareketleri ters yönde, yani Anadolu‘dan İran‘a yapılmaya başlandı.

1071’den 1225 yıllarına değin Anadolu‘ya büyük dalgalar halinde giren Türk/Türkmen toplulukları, genelde göçebe idiler.

1220’de Moğolların, Harezmşahlar Türk Devleti‘ni ortadan kaldırmasından sonra, Maveraünnehir ve Türkistan‘daki Türk kentlerinin tüccar ve sanatkâr halkı, dükkânlarını, tezgâhlarını bırakıp Anadolu‘ya yöneldiler. Bu ikinci büyük göç dalgasıyla gelenler, öncekilerinin aksine çoğunlukla kentliydiler…

1240’ta, Baba İshak‘ın önderliğindeki Türkmen ayaklanması, Selçuklu ordusu tarafından acımasızca bastırıldı. Ancak, Baba İshak‘ın müritleri, onun bâtınî inançlarını devam ettirdiler.

***

Hrıstiyan kökenli ticaret erbabının ağırlıkta olduğu kentlerde, esnaf/zanaatkâr zemininde, ikinci büyük göç dalgasıyla gelip buralarda yerleşik yaşama geçen Türkmen kitleler; asıl adı Şeyh Nasreddin Ebu’l Hakayık bin Ahmet el-Hoyî (1169-1261) olan Ahi Evren‘in öncülüğünde/önderliğinde, Arap kanalından gelip daha önce Anadolu’ya giren ve Selçuklu sultanlarının korumasında hemen her tarafa yayılmış bulunan Fütüvvetçiliği, Asya‘da yarattıkları kent değerlerinin belirleyiciliğinde yorumlayarak bir uğraş örgütü, bir iş, emek örgütü olarak Ahiliği kurdu.[68]

Baba İshak Ayaklanması, Selçuklu Devleti‘nin ne denli zayıf olduğunu ortaya koymuştu. Bunu sezinleyen İran‘daki Moğol kuvvetleri kumandanı Baycu, 1243 yılında Selçuklu ülkesine yürüdü: Sivas‘ın 80 km doğusunda bulunan Köse Dağı‘nda yapılan savaşta Selçuklu ordusu, sayıca kendisinden az olan Moğol ordusuna utanç verici bir biçimde yenildi. Bu yenilgi üzerine Selçuklu Devleti, Moğolların yönetimine girdi; Anadolu‘da tam bir düşkünlük ve feryat devri başladı. Anadolu‘da Moğollara karşı mücadele eden biricik unsur, Türkmenler oldu. Selçuklu sultanları ya da onlar adına iktidarı ellerinde tutanlar, göçebe unsuru ile yerleşik unsuru birleştirip Moğollara karşı bir direniş oluşturamadılar. Tam tersine Moğollara dayandılar. Tam bu noktada, önce Selcuklulara, ardından Moğollara yaslanan Mevlevilik devreye girdi; Mevlevilik yoluyla [aracılıyla] Alevilik-Bektaşîlik ve Ahilik baskı altına alınmaya çalışıldı; düşünsel ürünleri yok edildi.

Bütün bunlara karşın, Türkmen direnişi kırılmadı; Alevi-Bektaşiler ve Ahiler Moğollara, bağlısı Selçuklulara, yanlısı Mevlevilere karşı mücadelerini sürdürdüler. Moğol bağlısı IV. Rüknettin Kılıç Arslan‘ın Kırşehir emirliğine atadığı bir Moğol soylusu ve Mevlana müridi olan Nurettin Caca, ayaklanan Ahilerin tümünü kılıçtan geçirdi; Ahi Evran de bu katliamdan kurtulamadı (1261).

ahi-evran
Anadolu‘da ilk feodal devlet olan Selçuklu egemenliğinin geniş karnında ve kentlerde, üretim/bölüşüm temelinde bir meslek örgütlenmesinin insanları olarak öne çıkan Ahiler, başlangıçta merkezi yönetimle bir çelişki içerisinde değillerdi. Ancak giderek, sömürünün ve siyasal eşitsizliğin dayanılmaz boyutlara ulaşması, kırlardan kentleri kuşatması sonucu Ahiler, kendileri dışında kalan Türkmen kitle ile birlikte davranmaya başladı. Moğollar’a karşı Selçuklular’ı içtenlikle destekleyen ve bu yolda önemli direnmeler gösteren Ahiler, Selçuklu yönetiminin Moğollar’a dayanmasıyla onlarla kesin bir kopuşmaya girdi; Bu süreç içerisinde, Selçuklu/Moğol yanlısı bir kanala oturan Mevlevilikten de iyice uzaklaştılar. Kırsal kesimde, köylülük arasında bir anda yaygınlaşan ve daha sınıf yoğun bir mücadelenin öncüleri durumunda bulunan Alevi-Bektaşilerle birleştiler. Böylece Ahilerin devrimci yanı öne çıkmış oldu.

Selçuklu sultanlarının Moğol yönetimine girmesi üzerine Türkmenler devlete karşı tam bir itaatsizlik içine girdiler. Bu aşamada, Selçuklu sultanları Türkmenleri, itaat altına alacak bir güce de sahip değillerdi. Bu nedenle ilk İlhanlı hükümdarı Hülagü (1256-1265) Anadolu‘daki Moğol kumandalarına, Türkmenleri tenkil etmeleri buyruğunu verdi; Sivas ve Kayseri yöresindeki Türkmenlere ağır bir darbe vuruldu; bir kesimi, güneye inerek Memluk topraklarına sığındı.

1277’de Mısır-Suriye Türk Memlukları hükümdarı Baybars, Selçuklu devletinde iktidarı elinde tutan Pervane Muineddin Süleyman’ın daveti üzerine Anadolu’ya yürüdü ve Elbistan ovasında Moğol ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. İzleyen süreçte, Anadolu’da çok sayıda beylikler kuruldu. Ebu Sayid Bahadır Han‘ın ölümü üzerine (1335) Moğollar arasında şiddetli bir mücadele başladı. Bu mücadele sonucu, Anadolu beylikleri tam bir bağımsılığa kavuştu. Siyasal birlikten yoksun bu ortamda, Ahiler öne çıkarak kentleri yönetmeye başladılar. Hemen hemen her kentte, başlarında bir Ahibaba bulunan esnaf ve sanatkâr dernekleri vardı. Bunlar silahlı olup, aynı zamanda siyasal açıdan yerel bir kuvveti temsil ediyordu Bütün gün çalışan yiğitler, geceleri dernek merkezinde toplanarak sohbet ederler, türküler çağırıp, raksederlerdi. Dernek merkezleri aynı zamanda birer misafirhane idi; uzak yakın yerlerden gelen yabancılar, bu Ahi odalarında çok sıcak bir konukseverlik görürlerdi.

Bu yanlarıyla Ahiler, Osmanlı Devleti‘nin kuruluşunda da büyük bir rol oynadı. Osman Gazi‘nin kayınpederi Edebali, bir Ahi şeyhiydi; birçok silah arkadaşı örgüte üyeydi. Ahi örgütü, XVIII. yy’dan sonra loncalara dönüşmeye başladı; iç ve dış ekonomik gelişmelere koşut olarak Meşrutiyet‘le birlikte iyice zayıflayıp ortadan kalktı.

***

Anadolu Selçukluları döneminde ortaya çıkan ve yaygınlaşarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna önemli katkılar veren; esnaf, zanaatçı, çiftçi gibi çalışma kollarından insanları kapsayan Ahiliğin, ülke düzeyinde bütünlük gösteren bir iç işleyişi vardı.

Ahi Evren, örgütün sürekliliğini sağlamak için Ahiliği, tekke ve zaviyelere bağlamıştı. Herhangi bir meslekte çalışabilmek için, o mesleğin Ahi zaviyesine bağlanmak zorunluydu. Bir meslekte çalışmak isteyen önce çırak olarak alınır, daha sonra kalfa ve usta olarak zanaatında ilerlerdi.

Yerel Ahibaba‘larının atamaları ve azilleri, Kırşehir‘deki Ahi Evren Tekkesi piri tarafından onaylanırdı. Her Yıl Anadolu‘ya ve Rumeli‘ye Ahi örgütü başkanının görevlendirdiği nakibler ve halifeler giderdi. Yerel örgütlerin durumunu inceler, esnafı toplar yeni taliplere, kalfalara ve ustalara peştemal kuşatırdı; tezgâh açacaklara izin ve ruhsat verirdi.

Ahilik bir örgüt olduğu için ona her isteyen giremezdi. Örgüte, örgütten yetkili birinin aracılığı ve onayıyla girilir; belli kurallara göre uygulanan bir giriş töreni yapılırdı. Yaş ve aşama bakımından küçükten, büyüğe gösterilen sınırsız bir saygı zemininde, herkes birbirinin kardeşi idi. Ahlakî bakımdan küçültücü, yerilmeye, kötülenmeye elverişli kimselerin örgütte yeri yoktu; bilinmeyerek alınmışlarsa bir daha alınmamak üzere kovulurlardı.

Örgüte girmesi uygun görülen kimseye, örgütün bir üyesi olduğunun, kendini örgüte vereceğinin ve örgüt kurallarına uyacağının bir simgesi olarak “Şed” (kuşak) bağlanırdı.

Kuşak bağlamanın 12 koşulu vardı: Bunlar; bilgi / amel / sabır / yol gösterici olma / kötülüklerden uzak kalma; iç arınmışlığı, kurtuluş / Tanr’ya şükretme / tövbe / çaba gösterme / yakın dostluk kurma / sadakat / kendini Tanrı’ya, Tanrı inancına verme / alışkanlığı bırakma.

Örgüte girmek isteyen kişiye, özel törende; nefes vermesi, uğur getirmesi için usta, yol atası, sağ yol yoldaşı ve sol yol kardeşi olmak üzere dört simgesel kişi seçilirdi. Bunlar örgüte girene tinsel bakımdan öncülük eder, yardımına koşar, yol gösterirdi.

Örgüte giren kişi, Ahi olabilmesi için üç dalda eğitilirdi: Şeriat, Tarikat, Marifet bilgisi verilerek gerekli bilgiyle donatılır; bir uğraş alanında yetişmesi sağlanarak meslek sahibi kılınır ve gerekli beceriler kazandırılarak savaşacak duruma getirilirdi.

Ahilikte uğraşın öncüsü bir peygamberdi; bu nedenle peygamberler, bir iş, uğraş sahibi olarak algılanırdı.

Âdem, tarımcı;
Şit, hallaç;
İdris, terzi;
Nuh, marangoz
Hûd, ticaret erbabı
Salih, deveci;
İbrahim, sütçü;
İsmail, avcı;
İshak, çoban;
Yusuf, saatçı;
Musa, çoban
Zülküf, ekmekçi;
Lut, tarihçi;
Üzeyir, bağcı;
İlyas, culhacı;
Davut, zırhçı;
Lokman, hekim;
Yunus, balıkçı;
İsa, gezgin ve
Muhammed, tüccardı.

Ahiliğin genel kural niteliğinde altı ilkesi vardı:

Elini açık tut,
Sofranı açık tut,
Gözünü bağlı tut,
Kapını açık tut,
Dilini bağlı tut ve
Belini bağlı tut.

Bunların ilk ikisi eli  sıkılıktan kaçınmayı, eliaçıklığı, yardımlaşmayı; üçüncüsü, başkalarının işine karışmamayı, her olup biteni görmemeyi; dördüncüsü, konukseverliği ve son ikisi kendine egemen olmayı, duyguların, tutkuların tutsağı olmamayı simgelerdi.

***

Görüldüğü gibi Ahilik, Alevilik-Bektaşiliği yaratan insanlarla aynı kökenden gelenlerin, yine benzer kaynaklardan beslenerek yarattıkları, Anadolu kırını kentte tamamlayan, bütünleyen; bir iş, uğraş örgütüdür. Bugünün yazar-araştırmacılarına düşen görev, Ahiliğin kural, ilke ve inanç öğelerini tarihin gerisine giderek, kaynağına ulaşarak aydınlığa çıkarmak olmalıdır.

Esat Korkmaz [Anadolu Aleviliği, Berfin Yayınları, 3.baskı, ss.140-148]
0000000264990-1

Plotinus, İyilik ve Kötülük Üzerine

Her ne kadar Plotinus, hocası Ammonius’u Enneads [Enneades] adlı eserinde ismen hiç anmamış olsa da, Plotinus‘un söz konusu eserindeki temel felsefî fikirlerin, Ammonius Saka‘nın da fikirleri olduğu kabul edilir. Daha önce de belirtildiği gibi, Plotinus tam onbir yıl Ammonius’un öğrenciliğini yapmıştır.

Ammonius Saka’nın öğrencilerinden birisi olan Cassius Longinus, Plotinus‘un Enneads‘ındaki “sudûr” [emanatio] ve diğer tezlerin Ammonius‘un olduğunu söylemiştir. Şüphesiz bununla birlikte her iki filozofun kendilerine has fikirleri de vardır. [Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar (bkz: Ammonius Saka)]


Dokuzuluklar Fragmanlar:

dokuzluklar-1-plotinus20130924225607
İlk İyi Ve Diğer İyilikler Üzerine

«…O mutlak olarak… İYİ‘dir. Varlıkların en iyisi olduğundan, varlıkların ötesinde olduğundan, başka hiçbir şeye yönelmeyen, fakat diğer varlıkların kendisine yöneldikleri bir şey bulunsun; bu kuşkusuz, diğer varlıkların, iyiden pay almalarını sağlayan ‘İYİ‘dir. Ve böylece İYİ’ye katılan bütün varlıklar, bunu iki farklı şekilde gerçekleştirirler: Ya O’na benzeyerek, ya da aktivitelerini ona yönelterek.

Eğer istek ve aktivite Yüce İYİ‘ye doğru yöneltilirse, İyi‘nin kendisi, hiçbir şey amaçlamamalıdır ve hiç bir şey istememelidir. Hareketsiz olduğu için İYİ, tabiata uygun edimlerin ilkesi ve kaynağıdır; O, nesnelere iyinin biçimini verir; fakat bunu yaparken eylemini onlara doğru yöneltmez; O’na doğru dönen nesnelerdir.

İYİ, davrandığı, ya da düşündüğü için değil; fakat olduğu şey olarak kaldığı için olduğu şeydir. İYİ, varlığın ötesinde olduğu için, eylemin de, zekânın da ve düşüncenin de ötesindedir. İYİ, her şeyin kendisine bağlı olduğu; fakat kendisi hiçbir şeye bağlı olmayan şeydir.» [ss.233-234]

Kötülükler Nedir Ve Nereden Gelirler?

«…İYİ‘nin bilgisi, aynı zamanda kötünün de bilgisidir; kötülüğü bilmek isteyenler, iyiliğin doğasının ne olduğunu bilmek zorundadırlar…» [s.243]

«…bu tartışmamız için yararlı olduğu kadarıyla iyiliğin doğasının ne olduğunu söyleyelim. Bu, bütün varlıkların bağlı oldukları, hepsinin arzu ettikleri, onların ilkeleri olan ve hepsinin muhtaç oldukları realitedir; fakat iyilik, hiç bir şeye ihtiyacı olmadığı ve kendi kendine yeterli olduğu için, her şeyin ölçüsü ve sınırıdır; Zekâ ve Varlık, Ruh ve Hayat, neslere verdiği entelektüel etkinlik ondan gelir. Ve onun altındaki herşey güzeldir; çünkü o Güzelliğin üstündedir ve en mükemmel şeylerin ötesindedir; o, düşünürler bölgesinde kraldır.

Zekâ’ya gelince, onu zekâlar adını verdiğimiz şeyin modeline göre düşünmeliyiz; Zekâlar önermeleri sözcelemekle yetinirler; kelimenin anlamını anlayabilirler; akıl yürütürler ve hakikatleri düşüncelerin birbirini izlemesi sayesinde tanımak için, önermelerin birbirine bağlanmaları konusunda düşünürler; Zekâlar bu hakikatlere önceden sahip değildirler; onlar hakikatleri öğrenmeden önce boşturlar ve bunlar yine de zekâlardır.

ZEKÂ böyle değildir; O , herşeye sahiptir; O her şeydir; fakat O, kendinde kalır; O, her şeye sahiptir; fakat bu O’nun, sahip olduğu şeylerden farklı olması anlamına gelmez; O’nda hiçbir şey ayrı değildir; her şey, bütün diğerleridir ve Zekâ tümüyle her yerdedir. Zekâ‘da nesneler karışık değildir; tersine birbirinden ayrıdır; hem zaten Zekâ‘ya katılan nesneler, O’dan her şeyi almazlar; fakat alabileceklerini alırlar. Zekâ İYİ‘nin ilk fiilidir, ilk varlıktır; İYİ kendinde kalır; Zekâ yaşadığı gibi, İYİ‘nin etrafında dolanarak hareket eder.

Zekâ‘nın dışında ve onun etrafında Ruh dolanır; Ruh Zekâ’da bakar ve O’nun derinliğine kadar temaşa ederek O’nun sayesinde Yüce Tanrı‘yı görür.» [ss. 244-245]

«…çirkin davranış, erdemin karşıtıdır; fakat erdem, bizâtihi iyilik değil; bizi maddeye hakim kılan bir iyiliktir.» [s.250]

«İyilik yalnız başına var olmadığı için, ondan çıkan ya da daha doğrusu ondan inen ve ondan uzaklaşan nesnelerin serisinde kendisinden sonra artık hiçbir şeyin türetilemediği bir terim, zorunlu olarak vardır; bu terim, kötülüktür. İlkten sonra herhangi bir şey zorunlu olarak vardır; o halde bir son terim vardır; bu son terim, artık iyiden hiçbir pay almayan maddedir.» [ss. 252-253]

«O halde, ilk kötülük, ölçüsüzlüktür; ikinci kötülük, bu ölçüsüzlüğün, benzemeyle veya katılmayla ve yüklem olarak alınmasıyla kazanılmasıdır. Ya da ilk kötülük, karanlıktır; ikinci kötülük de karanlığı kabul etmektir. O halde ruhta kötülük ve ölçüsüzlük olan bilgisizlik, kendi başına kötülük değil; ikinci kötülüktür. Aynı şekilde ilk iyilik olmayan erdem, sadece İlk İyi‘ye benzemeyle ya da katılmayla bir iyiliktir.» [s. 254]

«Biçimin yokluğunu gören… zekâdır; fakat bu yokluğu kavrayan bu Zekâ, kendine ait olmayan şeyi görmeye katlandığı için, gerçek zekâ olmayan, ondan farklı bir zekâdır. Bu zekâ, karanlığı görmek için ışıktan uzaklaşan göz gibidir; o, artık göremez; çünkü karanlığı görebilmesinde kendisine yardımcı olan ışığı terk etmiştir; sonuçta ışık olmadan zekâ göremez. Aynı şekilde zekâ iç ışığını terk eder, kendinden dışarı çıkar ve artık kendinin olmayan bir alana kadar ilerler; oraya kendi ışığını kendisiyle birlikte getirmez; zekâ, kendi karşıtı olan realiteyi görmek için, varlığının karşıtı bir biçimden etkilenmiştir.» [s. 255]

«İyiliğin gücünden ve doğasından dolayı KÖTÜLÜK, kendi başına var değildir. O, zorunlu olarak, güzellikle ilişkileri olan biri gibi; altın zincirlerle bağlı bir tutsak gibi görünür; realitesinin tanrılara görünmemesi için, kendisinin her zaman insanların gözleri önünde olmaması için ve hatta insanların onu gördükleri zaman bile, imgeler yardımıyla üstünü örtebilmeleri için, güzelliği hatırlayabilmeleri ve onunla birleşebilmeleri için, bu söz konusu bağlar, kötülüğü saklar. [s.261]

Plotinus

[Dokuzuluklar, Çeviren: Zeki Özcan, Alfa Aktüel yayınları]

İslam’da Termidor

“İslam’ın gelişiminde de, özellikle Hudeybiye antlaşmasıyla başlayan süreçte, o güne kadar İslam’ın gelişmesinin karşısında duran, “Beni Ümeyye soyu” ya da “Emevi oğulları” adıyla simgeleşen kesimlerin, İslam’a geçtik görüntüsü altında, iktidarı ele geçirip, İslam’la özdeşleşen kesimler ile onun öncü kadrosu olan Ehli Beyit soyundan intikam aldılar.”

“Termidor” kavramı 1789 Fransız ihtilalininde ortaya çıkmış, sosyal bir olguyu anlatmak için kullanılan bir sözdür.

Sosyal bir devrimde ya da sosyal bir gelişim aşamasında, egemenliklerini kaybeden toplum kesimlerinin, yükselen yeni değerlerin temsilcisi görünümünde yeniden iktidara gelip, o sosyal gelişmeyi ya da devrimi yapan toplum kesimleri ile ona öncülük eden kişilerden intikam almasını anlatır. Her devrimin kendi çocuklarını yiyen kediye benzetilmesinin sosyal temeli de budur.

Albet Soboul, 1789 Fransız İnkilâbı Tarihi adlı kitabının “Termidor gericiliğinin ilerlemeleri” başlıklı bölümde bunu şöyle anlatıyor:

“Thermidorcu devreyi nitelendiren şey, müphem ve karışık siyasi mücadelelerdir. Bu mücadelenin girift oluşu, asıl varılmak istenen hedefi gizlemiştir. “Namuslu insanlar, biraz sonra “eşraf” adını alan bu insanlar o küçük burjuvaları, zanaatçıları, dükkân sahibi esnafı, hattâ kalfaları, bir kelime ile bir ara kendi kanunlarını zorla kabul ettirmiş olan halk inkılâpçılarını siyasi hayattan söküp atmak düşüncesindeydiler.”[1]

Troçki’de, İhanete Uğrayan Devrim adlı kitabında, Sovyetler Birliğinde devrimin geriye doğru gidişe başlayıp, devrimi yapan kadroların tavsiye edilmeye başlandığı, Stalin dönemini Sovyet Termidoru diye nitelendirir.[2]

Bence İslam’ın gelişiminde de, özellikle Hudeybiye antlaşmasıyla başlayan süreçte, o güne kadar İslam’ın gelişmesinin karşısında duran, Beni Ümeyye soyu ya da Emevi oğulları adıyla simgeleşen kesimlerin, İslam’a geçtik görüntüsü altında, iktidarı ele geçirip, İslam’la özdeşleşen kesimler ile onun öncü kadrosu olan Ehli Beyit soyundan intikam aldıklarını düşünüyorum. Bu yazımda kısaca işte bu olguyu anlatmak istiyorum.


İSLAMDA TERMİDOR

İmam Ali (doğumu 598 – ölümü 661), Ebu Mülcem tarafından öldürülünce, Kur’an’ın Tevbe suresinin 107. ayetinde söylediği dille söylersem, “daha evvel Allaha ve peygamberine karşı savaşmış olan”, sonradan İslam’ın içine girip İslam’ın içinde İslam kisvesi altında yükselmeye başlayan Ümeyve – Emevi oğullarının önünde hiçbir engel kalmıyor. Bundan sonra ellerine geçirdikleri devletin adını Emevi devleti diye değiştiriyorlar. Emevi Devletinin ilan edilmesi, İslam’da Termidor hareketinin taçlandığı andır. İmam Ali bu dünyadan göçtükten sonra artık Emevi ailesinin önünde korkulacak hiçbir engel kalmadığı için saf olarak görünmeye başlarlar. Buraya kadar anlattıklarıma ek olarak, Sosyal pratik açısından Emeviliğin ne olduğunun anlaşılması için yaşanılan şu tarihi anların göz önüne getirilmesi yeterli olur sanıyorum.

Fuzuli, Hadikatü’s Süedâ adlı eserinde, Kerbela destanı’nı anlatırken, Aşure günü diye bilinen, Muharrem ayının onuncu gününü, şöyle anlatır. Hüseyin savaş meydanına çıkıp savaşacak er istiyorum deyince “karşısına, Şam emirlerinden ve dövüşte şöhret kazanmış olan Kartube oğlu Temin çıkıp”, Hüseyin’e şöyle dediğini yazar:

“-Ey Hüseyin! Dedi. Tek başına öyle bir askerin karşına çıkmışsın ki, baban ve atan eski günlerde Nehrivan’da, Sıffıyn cenginde çoğunun –atasını, babasını- öldürmüştür. Hatıralarında henüz o kin silinmemişken, şimdi de çoğunun dost ve evladının öldürülmesi düşmanlığı yenilemiştir! Zaman zaman da daha tazelenmektedir. Böyle bir askerle karşı karşıya gelmek yanlış bir harekettir. Yapılacak iş biat yoluna girmek ve kurtuluşa ermektir.” dediğini yazar.[68] Şehit edildiği gün İmam Hüseyin’in karşısında oluşan ordunun -topluluğun durumunu, kininin ta nerelere dayandığını görüyor musunuz? Emevi iktidarının niteliği, bundan daha iyi nasıl anlatılır? Annem; “dinleyen anlatandan uz olmalı, anlatıcıyı yormamalı” derdi. Bu yüzden sözü daha fazla uzatmak istemiyorum.

Kerbela cengin sonunda İmam Hüseyin şehit edilir. İmam Hüseyin’in gövdesi Kerbela sahrasında bırakılıp, kesik başı, Şam’a götürülerek, gümüş bir tepsi içinde, Halifenin sarayına getirilip, Yezid’in önüne konur. Hem Emevi devletinin başı, hem de halife olan Yezid’in, elindeki bir çubukla, İmam Hüseyin’in dişlerine vurduktan sonra, mağrur bir eda ile şöyle dediğini tarih kitapları yazar. “Keşke Bedir’de bulunan büyüklerim sağ olsalardı da bu hâli görselerdi ve sonrada bana, sevinerek, elin vâr olsun diye seslenselerdi. Toplumun ulularını öldürdük, Bedir savaşının öcünü aldık; Hâşimoğulları saltanatla oynadılar; yoksa ne gelen bir haber var, ne inen bir vahiy. Bende anamın oğlu olmayayım Ahmed oğullarının yaptıkları işlerin öcünü almazsam.” [69]

Emevi devleti resmiyette yaklaşık olarak bir asır yaşamıştır ama Aleviler Hz. Muhammed’in vefatından sonra iktidarın el değiştirdiğini, Emevi devletinin bu sürecin bir ürünü olduğuna inanırlar. Bütün bunlardan dolayı da Aleviler, hem Emevi geleneğini, hem de Emevi geleneğinin türevleri olarak gördükleri Sünniliği kendilerinden saymazlar; onlarla kendilerinin aynı dinden, aynı kültürel gelenekten geldiklerini (olduklarını) asla kabul etmezler.

Hamdullah Çelebi 1827’de, Şeriat mahkemesinde yargılanırken, sorulan sorular üzerine bir yerde aynen şöyle diyor: “efendim kadı hazretleri. Senin ehli Sünnet vel Cemaat dediğin mezhep sapkın ve bidattır. Can hayfı olmadan doğruyu söylediğimin tutanaklara geçilmesini istiyorum. Mahkemenizin ve şu andaki devletinizin İslam diniyle yakından uzaktan ilginiz alakanız yoktur. … benim sizden can için bidat mezhebinize İslam diyeceğimi mi sanıyorsunuz?”[70]

Bu duruşmanın diğer bir gününde yine sorulan bir soruya, Hamdullah Çelebi şöyle bir yanıt veriyor: “Kadı Efendi Hazretleri, sen Sünni güruha İslam dememizi mi istiyorsun? Bizlere hiddetle, şiddetle kabul ettiremezsin. Asla Müslüman diyemem.’ … ‘Efendim kadı Hazretleri, asla acıma hissi olmayan zalim, gaddar, bu kadar merhametsiz kişileri kabul edemem. Hiçbir gerçek eren, eşkıya güruhuna İslam veye Müslüman dememiştir”[71]

Yine başka bir gün bir soru üzerine şöyle diyor Hamdullah Çelebi: “Kerbela’ Hz. Hüseyin şehitliğinde demişti ki kan döken katil bu şaki güruhu asla İslam olamaz buyurmuştur. Ve bu şaki güruhuna mahşerde dedem şefaat etmeyecek demiştir. O tarihten sonra gelen erenlerden, evliyalardan, imam veya şeyhten, meşayihten asla kimse Kerbela katillerine ve benzerleri olayları meydana getirerek kan dökenlere asla İslam ve Müslüman denilemeyeceğine yeminle bildirmişlerdir.”[72] Sünnilik asla ve asla din ve mezhep değildir. Halife’nin sarayında hükümet etme siyasi gurubudur[73]

Aleviler Emevi geleneğinin türevlerinin hiçbirine İslam ya da Müslüman demezler. Alevi dünyasında bir konudan söz edince, o konu hakkında Alevi ozanların deyişlerinden[74] örnek vermek bir gelenektir. Ben bu geleneğe uyarak iki deyişte sunmak istiyorum. Bu deyişlerden biri, Feyzullah Çınar‘ın türkü olarak söylediği sözleri Edip Harabi‘ye ait olan Ebu Hanifi’yi anlatan deyiş. Bilindiği gibi Ebu Hanifi Sünni geleneğin en önemli en yaşlı imamıdır. Onu, Harabi, anlatırsan ona sen İslam değilsin diyor. Diğer deyiş  Nesimi‘ye ait:

 ETME VAZİFE

Mezhebinden bir zâhit sual olunsa
Dersin ki mezhebim Ebu Hanife
Zerre kadar senin imanın ola
İmam demez idim böyle herife

 Hâşa şümme hâşa[75] İmâm değildir
Vallah-i İmâm-ı âzam değildir
İmamlık bertaraf İslam değildir
Kulak asma böyle bir ercâife[76]

 Cenâb-ı Hazret-i Nebiyyüzzişân[77]
Evladına oldu bu herif düşmân
Harabî sen İmam Cafere bağlan
Başka mezheplere etme vazife

***

Nesimi‘nin deyişi de şöyle:

Şu bizim imanımız bir imana benzemez
Ruhumuz rüya görür bir seyrana benzemez
Engindir makamımız yücedir menzilimiz
Hızlı gider göçümüz bir kervana benzemez

 Süleymanlar içinde Ali bir Süleyman’dır
Süleymanlar bildiler Süleyman’a benzemez
Avam kavmi niçin kabul etmez dirliği
İçimizde dinimiz Müslüman’a benzemez

 Sırrı zatım pevheriyem ben Müslüman olmazam
Ehli İrfan’a yakınem ben Müslüman olmazam
Atam der Müslüman’ım, hem de Veliyim amma
Bu şeriat şart üzere ben Müslüman olmazam

 Ey Nesimi fark etmezler evliyanın sırrını
İçtiğimiz bir katre, bir ummana benzemez
Kitabımızda bir kîl dağlar kadar görünür
Biz bir ayet okuruz, bir Kur’an’a benzemez.

***

Tarihsel olarak, kendi kendilerine: Işıkçı (Işık tayfası), Babayi, Kırklar, Çelebiler, Kalenderiler, Bektaşiler, Kızılbaşlar, Aleviler diye adlandıran anlayışın uluları Emevi geleneğinin türevlerine “İslam” ya da “Müslüman” demezler ama tarihsel olarak bir devlet dini haline gelen Sünnilik bu isim hakkını elinde bulunduruyor. Yani Müslüman ya da İslam denince ya Sünni ya da Şiiler akla geliyor. Bu yüzden Anadolu’daki Alevilerin kendilerine sadece Alevi ya da Kızılbaş demeleri yeterlidir. Bence tarihsel, toplumsal, düşünsel süreçler açısında hiçbir şekilde Emevi geleneklerine benzemeyen Alevilerin adlarının da onlardan ayrı olması doğru olur.  Aleviyiz ya da Kızılbaşız demeleri yeterlidir.

KARDEŞLERİM!

Onların adına benziyorsa adınız eğer
adınızı değiştirin.
Vebanın girdiği kapıdan girin
onların evine atmayın ayak…

Nazım Hikmet

Aşk ile…

Rıza Aydın. 19 Şubat 2016.

ter

[1] Albert Soboul, 1798 Fransız İnkılabı Tarihi, cem yayınları İstanbul 1969, sayfa 462.

[2] Leon Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Yazın yayıncılık İstanbul 1991, sayfa 70.

[68] Fuzûli, Hadikatü’s Süedâ, Sadete ermişler bahçesi, sayfa 444

[69] Abdülbâki Gölpınarlı. “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve ŞİİLİK.”, kitabının: 381ile 388- 398. sayfaları

[70] Hamdullah Çelebi’nin Savunması, Yayınlayan İsmail Özmen –Yunus Koçak, Ankara 2007, sayfa 94.

[71] Hamdullah Çelebi’nin Savunması, Yayınlayan İsmail Özmen –Yunus Koçak, Ankara 2007, sayfa 101

[72] Hamdullah Çelebi’nin Savunması, Yayınlayan İsmail Özmen –Yunus Koçak, Ankara 2007, sayfa 101 – 102

[73] Hamdullah Çelebi’nin Savunması, Yayınlayan İsmail Özmen –Yunus Koçak, Ankara 2007, sayfa 114

[74] Alevi geleneğinde, Alevi literatüründe şiire “DEYİŞ” denir, Babagan Bektaşilerse buna “NEFES” derler. Ben bu yüzden “DEYİŞ” demeyi yeğledim.

[75] Haşa sümme hâşa: asla, kesinlikle, asla

[76] Erâcife: uydurma sözler

[77] Nebiyyüzzişân: yüce peygamber

1511-1527 Arası Alevi Ayaklanmaları

16. Yüzyılın İlk Yarısında Rum Eyaletindeki Ayaklanmalar

Yavuz Sultan Selim 1512 yılında zor yoluyla iktidarı ele geçirdikten sonra sistemi kurumlaştırma ve güçlendirme amacıyla çeşitli önlemler aldı. Kuşkusuz bu önlemlerin en önemlisi, Etrâk’a (Türkmen’e) hiç de alışık olmadığı ortodoks bir İslamî yaşam biçimini, diğer bir deyişle şeriatın değerler sistemini zorla kabul ettirmeye yönelik olanıdır. Osmanlı sisteminin Ortodoks İslamî düşünce yapısı üzerine oturmasıyla birlikte sistemin başında bulunan yöneticiler, kendileri için engel ya da “potansiyel tehlike” gördükleri toplumsal kesimlere çeşitli şekillerde yoğun bir saldırı ve dayatmaya girişmişlerdir. Bu nedenle Anadolu’ya, ağırlıklı olarak göçebe-yarı göçebe toplum ilişkilerini sürdüren, yerleşikliğe geçmiş olsa bile henüz kendi kültürel değerlerinden kopmamış halkın gelenek ve göreklerine ters düşen, şeriat kurallarını katılıkla uygulayan bey, kadı, din işleri görevlileri ve daha başka çeşitli düzeylerde yöneticiler gönderilmiştir. Bunların, kimi zaman bireysel ekonomik çıkarlar elde etmek, kimi zaman ise merkezî yönetime yaranmak çabasıyla baskı ve kıyımları çok üst düzeylere taşıdıkları görülmektedir.

Bu görevli ve yöneticilerin elinde Kızılbaşların katli için ayrıca, “zikr olınan tâife kâfirler ve mülhidlerdür.” “Bunları kırub cemâatlerin dağıtmak cemi müslümanlara vâcip ve farzdur” biçiminde fetvalar bulunuyordu. Bu fetvalar dönemin en yüksek ülemâsı tarafından verilmişti.

Bir de buna göçebe ve köylülerden alınan vergilerin yükseltilmesi, aşiret reislerinin güç ve hareket alanlarının sınırlandırılması ve kimi aşiret çevrelerinin elerinden timarların geri alınmasını eklersek, olayın boyutları yeterince anlaşılır. Bu durumda o güne dek sürdürdüğü yaşama biçimi, töre ve törenlerini hiçe sayan, ekonomik olarak kendilerini bunaltan bu katı uygulama ve saldırganlıklara karşı Alevî halkın aktif direnişe yönelim dışında fazla bir seçeneği kalmıyordu.

Anadolu Alevîlerinin konumu açısından bir dönüm noktası olan Şah Kalender ayaklanması da bu koşullarla ortaya çıkmıştı. Bu nedenle İkinci Beyazıt’ın son dönemlerinden itibaren Anadolu’da çeşitli türden baskılarla bunaltılan göçebe ve yarı göçebe Türkmen halkın ayaklanmalarında, kısa bir dönem içerisinde büyük bir yoğunluk göze çarpmaktadır. Aşağıda verdiğimiz, Rum (Sivas) eyaletinde yaşanan ve 1511 yılından Kalender Çelebi eylemine -1527 yılına- kadar olan kısa bir dönemi kapsayan ve Osmanlı yönetimini derinden sarstığı anlaşılan isyanların listesi sanırım bu yoğunluğu görmeye yeter.

A. Şah Kulu Baba Ayaklanması – 1511

Bu isyan Teke bölgesinde çıkmasına karşın kısa bir süre sonra Rum eyaletine sıçraması nedeniyle listeye dahil edilmiştir.

Tekeli Hasan Halife adında bir Kızılşbaş-Alevînin oğlu olan Şah Kulu, babasının ölümü üzerine “Alevî töresine göre toplanan” toplumun seçimiyle onun yerine geçmiş ve kısa sürede yöre halkını derinden etkileyerek kendi çevresine geniş bir kitle toplamayı başarmıştır. 1511 yılında sürekli “muhabbet toplantısı” yaptıkları Teke bölgesi Döşeme derbendinde, Osmanlı güçlerinin Antalya subaşısı öncülüğünde kendilerine saldırması üzerine eyleme geçmişler ve hareket, dirlikleri ellerinden alınan sipahilerin de katılımıyla bir anda büyüyarek geniş bir alana yayılmıştır.

Etkili olduğu alan: Teke bölgesi (Antalya, Kızılcakaya, Elmalı, İstanos (Korkuteli), Burdur, Keçiborlu), Batı Anadolu (Hamitili, Kütahya, Manisa, Sandıklı, Keçisiçanlı, Ulusıçanlı, Altuntaş, Alaşehir, Beyşehir), Rum (Sivas) eyaleti.

Katılımcılar: Teke bölgesi ve çevresi Alevî-Kızılbaş toplumu, dirlikleri ellerinden alınan timarlı sipahiler, göçebe-yarı göçebe Türkmen aşiretleri.

Sonuç: Çeşitli yörelerdeki birçok çatışma sonrası, son olarak 1511 yılı 2 Temmuz tarihinde Sivas yöresinde Gedik Hanı denilen yerde Osmanlı güçleriyle büyük bir çatışma ve sadrazam Hadım Ali Paşa’yla birlikte isyancıların önderi Şah Kulu’nun ölümü ve geri kalan isyancıların Safevilere sığınması.

B. Nur Ali Halife Ayaklanması – 1512

Şah İsmail Hatayi‘nin Tokat bölgesinde halifesi olan Nur Ali Halife‘nin başlattığı ayaklanma, bölgede ortaya çıkan ve isyancı güçlerin Tokat’ı ele geçirmesi ve Şah İsmail Hatayi adına hutbe okutmasıyla Osmanlı yönetimine büyük tedirginlik ve sıkıntılar yaşatan kapsamlı bir ayaklanmadır.

Etkili olduğu alan: Amasya, Çorum, Bozok, Tokat yöresi, Koyulhisar, Niksar, Kazova ve Sivas bölgesi.

Katılımcılar: Bölgenin Alevî-Kızılbaş toplumu ve baskı altında tutulan Avşar, Varsak, Bozoklu, Karamanlı, Turgutlu, Hamidelili, Tekeli gibi göçebe-yarı göçebe Türkmen aşiretleri.

Sonuç: Nur Ali Halife güçlerinin 20 Temmuz 1512 yılında Göksu’da Bıyıklı Mehmet Paşa’nın yönettiği Osmanlı güçlerine yenilmesi ve isyancıların Safevi topraklarına geçerek kırımdan kurtuluşu.

C. Bozoklu Şah Celâl Ayaklanması – 1518

Yoksul ve topraksız köylülerin baskı ve ağır vergiler altında ezilmesini önlemek amacıyla eyleme geçen Bozoklu Şah Celâl‘ın eylemi 1517 yılı ortalarında Tokat yöresinde ortaya çıkan kısa sürede önemli ölçüde etkili olan eylemlerden biridir. “Kendüyi mecnunluğa urub ve abdal kisvetine girüb” eyleme geçen Şah Celâl “Mehdi bu gardan âşikâr olsa gerektir ve ben intizarla me’mûrum” diyerek çevresine geniş bir kalabalık toplamış ve daha sonra “Halife-i zaman ve Mehdi-i devrân benim” diyerek bu kalabalığı harakete geçirmişti.

Etkili olduğu alan: Amasya, Tokat, Zile, Artukabâd ve Sivas yöreleri.

Katılımcılar: Vergi yükü altında ezilen topraksız ve yoksul köylüler, yöneticilerin sürekli baskısından bunalan Alevî-Kızılbaş Türkmen aşiretleri.

Sonuç: Kalabalık ve donanımlı Osmanlı güçleri karşısında fazla dayanamayacaklarını anlayınca 1518 yılı bahar ya da yaz ayında Safevi topraklarına geçmek amacıyla Erzincan civarına gelindiğinde, geriden yetişen Dulkadir beyi Şehsuvar Ali Bey güçleriyle çatışma ve yenilgi. Bu çatışmadan sağ kurtulan Şah Celâl daha sonra ele geçirilerek öldürüldü ve başı İstanbul’a padişaha gönderildi. Tutsaklık ve kırımdan kurtulabilen yandaşları ise Safevi topraklarına geçtiler. Bu eylemin Osmanlı toplumunda derin izler bıraktığı görülmektedir. Bu olay sonrası Anadolu’da ortaya çıkan bütün halk haraketleri kim tarafından çıkarılırsa çıkarılsın, niteliği ve boyutu ne olursa olsun Şah Celâl’in adından haraketle “Celâlî” olarak anılmaya başlandı.

D. Şah Veli Ayaklanması – 1519

Şah Veli, Bozoklu Şeyh Celâl’in müridlerinden biridir. Şeyh Celâl olayı sonrası Bozok yöresinde Alevî-Kızılbaş toplumuna uygulanan baskı ve kıyımlar sonucu ortaya çıkmış bir harakettir. Özellikle eyleme Keçeci, Çanağılı, Kara Keçilü, Kırıklu gibi Kızılbaş aşiretleri büyük destek vermişlerdir.

Etkili olduğu alan: Bozok, Tokat, Zile, Turhal, Amasya, Erbaa bölgeleri.

Katılımcılar: Bozok, Tokat ve Amasya yörelerinin Kızılbaş köylüleri ve göçebe Türkmen aşiretleri.

Sonuç: 24. Nisan 1519 yılında Sivas bölgesinde Kızılırmak üzerinde bulunan Şahruh köprüsü dolaylarında Rum (Sivas) Beylerbeyi Şadi Paşa, Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa ve Dulkadiroğlu Şehsuvar Ali Bey öncülüğünde hareket eden Osmanlı güçleriyle çatışma ve yenilgi. Kıyımdan kurtulan Şah Veli daha sonra Ulu Yörük aşiretine bağlı Cungar oymağı tarafından Şehsuvaroğlu Ali Bey’e teslim edildi ve başı kesilerek ortadan kaldırıldı.

E. Süğlün Koca-Baba Zünnun Ayaklanması – 1526

Süğlün Koca ayaklanması her yönüyle ağır vergiler altında ezilen köylünün direniş hareketidir. 1526 yılında Süğlün Koca‘ya ektiği topraklar için fazladan 200 akçe vergi yazılmıştı. Bu verginin ağır olduğunu belirten Süğlün Koca görevlilere bunun 100 akçeye indirilmesi dileğinde bulundu.

Görevliler Süğlün Koca’nın durumunu dikkate almadığı gibi çevresinde bulunanlara baskı yaptı ve ek olarak aşağılamak amacıyla bu Alevî-Türkmen dedesinin sakalını ve bıyığını kesti. Bu baskı ve saldırgınlıklar üzerine olayalar patlak verdi. Süğlün Koca köylülerden ve aşiretlerden yardım istedi. 20 ağustos 1526’da kısa sürede uygulamalara tepki duyan geniş bir kitle toplanarak eyleme geçti. Eylemcilerin başında Dulkadirli Türkmenlerinden Baba Zünnun bulunuyordu.

Etkili olduğu alan: Bozok Sancağı, Tokat, Amasya, Sivas, Toroslar, Maraş, Çukurova yöreleri.

Katılımcılar: Bozok bölgesinde yaşayan Osmanlı yönetiminden hoşnutsuz Alevî-Kızılbaş köylüler, haksızlık ve adaletsizliklere tepki duyan aşiretler.

Sonuç: Baba Zünnun öncülüğünde haraket eden isyancılar önce Bozok Sancakbeyi Mustafa Bey’in konağını bastılar. Kendisini, İlyazıcısı Kadı Muslihüddin’i ve yazıcı Mehmet’i öldürdüler. Bunun üzerine merkezi yönetim Karaman Beylerbeyi Hürrem Paşa’yı isyancıların üzerine gönderdi. Kaysei yakınlarında bulunan Kurşunbeli’nde çıkan çatışmada Osmanlı güçleri yenilgiye uğradı. Hürrem Paşa, Kayseri sancakbeyi Berham Bey, İçel Sancakbeyi Ali Bey bu çatışmada öldüler. Bu başarıdan sonra güçlenen isyancılar Artukabâd ve Kazova yörelerine doğru yürüyüşünü sürdürdü ve buraları ele geçirdi.

Gelişmelerin boyutu üzerine Osmanlı yöneticileri daha kapsamlı bir hazırlık yaparak Rum (Sivas) Beylerbeyi Hüseyin Paşa ve Maraş Sancakbeyi Mahmut Bey öncülüğünde büyük bir Osmanlı ordusuyla Sivas’ta toplandı. Kazova yöresinde durum belirlemesi yapan Malatya Sancakbeyi Yularkıstıoğlu İskender Bey’in giriştiği ilk öncü çatışmalarda Osmanlı ordusu ciddi kayıplar verdi ve kuşatma içerisine düşen İskender Bey canını güçlükle kurtardı. Durumun ciddiyetini gören Hüseyin Paşa bütün eyalet askeriyle birlikte Baba Zünnun üzerine yürüdü ve Höyüklü (Solakzade’de Hunbeli, Celâlzade’de Muyuklu) denilen yerde 26 Eylül 1526’da büyük çarpışmalar yaşandı.

Çatışmada Baba Zünnun öldü ve önemli kayıplar veren yandaşları dağlara çekildiler. Gece toparlanan Baba Zünnun eylemcileri Osmanlı ordusuna yeniden saldırarak ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bu saldırıda ağır yaralanan Hüseyin Paşa çareyi Sivas’a kaçmakta bulduysa da, Sivas’ta bu yaradan kurtulamadı ve yaşamını yitirdi. Fakat üç gün sonra “Kürdistan askeri”yle yetişen Diyarbekir Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Düzcuma denilen yerde isyancıları kesin yenilgiye uğratarak eylemi bastırdı ve Osmanlı yönetimini bir ölçüde rahatlattı.

F. Zünnunoğlu Halil Ayaklanması – 1527

1527 yılında Süğlün Koca-Baba Zünnun eyleminin bastırılmasından kısa bir süre sonra ardı arkası kesilmeyen baskı ve kıyımlar nedeniyle Bozok bölgesinde olaylar yeniden patlak verdi. Eylemin öncülüğü Zünnunoğlu diye anılan bir halk önderi tarafından yürütülüyordu. Zünnunoğlu Halil Bey‘in “danışman”larında ve önemli yardımcılarından biri de Tokat yöresinin etkili ocaklarından Hubya tekkesinin piri Hubyar Baba’ydı.

Etkili olduğu alan: Bozok, Tokat ve Sivaz bölgeleri.

Katılımcılar: Hisarbeğli Oymağı, Çiçekli, Ağca Koyunlu, Mesutlu ve bölgede bulunan diğer Alevî-Kızılbaş Türkmen aşiretleri.

Sonuç: Kısa sürede sayısı binlerce kişiye ulaşan eylemciler Unavur denilen yerde Rum (Sivas) Beylerbeyi Yakup Paşa öncülüğünde üstlerine gelen Osmanlı güçlerini yenilgiye uğrattılar. İsyanı bastırma görevi bu nedenle saray tarafından yeniden Diyarbekir Beylerbeyi Hüsrev Paşa’ya verildi. Üstlerine gelen güçlü Osmanlı ordusu karşısında tutunamayacaklarını anlayan ve kıyımdan kurtulabilmek için Safevi topraklarına geçmeye çalışan isyancıların önünü Hüsrev Paşa Erzurum-Pasin ovasında kesmeyi başardı. Çıkan çatışmada güçlü Osmanlı ordusu karşısında isyancılar ağır bir yenilgiye uğradı. Bastırılan bu isyandan eylemin önderi Zünnoğlu’nun kaçarak kurtulmayı başarmasına karşın eylemciler büyük bir kıyıma uğramaktan kurtulamadılar.

G. Kalander Çelebi Ayaklanması – 1527

Önderliği, yayılma alanı ve etkileriyle yukarıda sunduğumuz isyanlara eklenen son önemli halka 1527 yılında ortaya çıkan Hacı Bektaş postnişini Şah Kalender (Çelebî) ayaklanmasıdır.

Eylemin Rum (Sivas) eyaletindeki gelişimi, yayılma alanı ve etkisinden yola çıkarak 1527 Mart ayında başladığını söyleyebiliriz. Yalnız bu tarih, isyancıların somut eyleme geçme tarihidir. Konuyla ilgili verilerden çıkardığımız bilgilere göre bu tarihten önce uzun süre isyana katılan çeşitli kesimlerden topluluklar arasında görüşme, konuşma, anlaşma ve ön hazırlık çalışmaları yapılmış olmalıdır. Aslında çıkabilecek olası çözülmeleri engellemek açısından böyle bir durumun olması doğaldır. Nitekim bütün “ikrar” ve anlaşmalara karşın gelişmeler içerisinde olayının boyutunun böyle bir noktaya varması engellenememiştir.

Genel olarak isyanın çıkış nedenleri:

1. Anadolu’yu kasıp kavuran yokluklar.

2. Toplum üzerindeki kesintisiz süren baskı ve kıyımlar.

3. Halkın üretiminin çeşitli adlar altındaki kaldırılamayacak ölçüde ağır olan vergiler yoluyla yağma ve talan edilmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan aşırı yoksulluk.

4. Sultanın kulları sayılan toplumun sürekli sonu gelmez seferlere götürülmesi ve gidenlerden birçoğunun gelmemesi.

5. Türkmen kökenli timarlı sipahilerin timarlarının ellerinden alınması ve böylelikle geçim kaynaklarının kurutulması.

6. Adalet dağıtmakla yükümlü kadıların adaletsizliği ve başını alıp yürüyen rüşvet ve yolsuzluk.

7. Bitmek bilmeyen sıkıntılardan bunalan toplumun devlet idaresinden hoşnutsuzluğu.

Etkili olduğu alan: Kırşehir, Ankara, Çorum, Amasya, Bozok, Tokat ve Sivas sancaklarının tamamı Maraş, Sarız ve Elbistan yöresi.

Katılımcılar: Rum (Sivas) eyaletinde bulunan bütün Alevî-Bektaşî-Kızılbaş Türkmen aşiretleri, Dulkadirli oymakları, daha önceki kıyımlardan kurtulan isyancılar, timarları ellerinden alınan timarlı sipahiler. Olayın içine timarlı sipahilerin etkin katılımı olayın arka planında önemli ölçüde ekonomik nedenlerin yattığını kanıtlar niteliktedir.

Sonuç: Sivas bölgesinde yaşanan uzun süreli kuşatmadan kurtularak haziran ayı başlarında Maraş-Nurhak Dağları Başsaz yaylasına geçen isyancılar, burada Osmanlı güçlerinin baskını ve isyana katılan kimi aşiret beyleri ve timar sahiplerinin Osmanlı yöneticileriyle işbirliği sonucu 8 ramazan 933’de (22 Haziran 1527 yılı) ağır bir yenilgiye uğramış, Kalender Çelebi ve Şah Kalender’i sonuna dek yalnız bırakmayan Veli Dündar başta olmak üzere isyanın önderleri öldürülmüş ve isyana katılanların büyük çoğunluğu kılıçtan geçirilmiştir.

Görünümü ve önderliğinin toplumsal kökeni ne olursa olsun nesnel bir yaklaşımla incelendiğinde bu olayın, Osmanlı sistemi içerisindeki ezilen toplum kesimlerinin en kapsamlı direniş eyleminden biri olduğu gözden kaçmayacaktır.

[Osmanlı Gizli Tarihinde Pîr Sultan Abdal ve Bütün Deyişleri, Ali Haydar Avcı, Barış Kitap, (ss.30-38)]
aha.jpg

Bozuk Düzende Sağlam Çark Olmaz

BOZUK DÜZENDE DÜZGÜN (SAĞLAM) ÇARK OLMAZ
DİYEN, PİR SULTAN BUNU NİYE DEMİŞ OLABİLİR?

Pir Sultan, “Bozuk düzende düzgün çark olmaz” demiş. Bu konu hakkında bir yazı yazmam istendiğinden beri, düşünüp duruyorum. Eşe, dosta, kendi kendime, soruyorum, Pir Sultan bu sözü söylemiş ama niye söylemiş acaba? Sözden de anlaşıldığı kadarıyla, bu söz bir reddiye. Bu söz, bozuk düzende düzgün çark olduğunu söyleyenlere karşı, bir reddiyeye benziyor. Acaba o günlerde, bunu Pir Sultana söyleten ne olmuş olabilir? Uzun yürüyüşler yaparak dalıp bunu düşünüyorum.

Fuat Köprülü, Yunus Emre’yi anlatırken şöyle der: “… her şahsiyet, hattâ Yunus Emre gibi ibtidâi ve işlenmemiş bir lisâna rûhun his inceliklerini samimiyetle yaşatacak ilâhi bir mâhiyet veren dahîler bile, mutlakâ sosyal çevrelerinin mahsûlüdürler.” Fuat Köprülünün bu izahı, Marx “İnsanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklardır” deyişinin farklı bir söylenişidir. Hal böyleyse, bizim de Pir Sultan’ın bu sözünü anlamamız için, Pir Sultan’ın yaşadığı o dönemde, Alevi dünyasında yaşanılanlara bir göz atmamız gerekir.

Pir Sultan’ın asıldığı dönemle ilgili, Abdulbaki Gölpınarlı ile Pertev Naili Baratav’dan, sonra en kapsamlı araştırmaları yapan Ali Haydar Avcı, bunun 1550 yılından sonra ki bir dönemde yaşandığı kanaatindedir. Hal böyleyse, bizimde Pir sultan’ın bu sözünü anlamamız için, öncelikle o tarihsel süreci incelememiz gerekir.

1242 yılında, Babalıların, başlattığı huruç eylemi ile Moğol akınlarının zayıflattığı, Selçuklu devletinin uç beyleri olan Türkmen beyleri, bulundukları bölgelerde kendi devletlerini kurarlar. Kimi tarihçilerin, bu devletleri küçümsemek için, bunlara beylik demelerine siz bakmayın, bunlar birer padişahlıktırlar. Roma İmparatorluğu ile Avrupa’nın birikimine dayanan Osmanlı Hanedanlığı, süreç içinde bu Türkmen devletlerini önce işgal eder, sonrada ilhak edip kendisine katar; işgal edilen her yerde buna tepkilerde olur. Osmanlının en son işgal edip, kendi topraklarına kattığı devlet, Dulkadıroğlu devletidir. Dulkadiroğlu devletinin kuruluşunu, İsmail Hakkın Uzunçarşılı, 1339, Rafet Yinanç ise, 1337 yılı olarak veriyor; ancak devletin oluşum sürecinin daha öncelerden başladığı konusunda bütün tarihçiler hem fikir. Osmanlı devleti, 1517 yılında işgal ettiği Duladiroğulları devletini 1522 yılında ilhak edip kendi topraklarına katar. Yurtları ile törelerine saldırılan Türkmenler, buna bir tepki olarak 1527 yılında huruç ederler, bunun en büyüğü, Şah-ı Kalender diye ünlenen Kalender Çelebinin öncülüğünde huruç edişleridir; Kanuninin Defterdarı Celalzade Mustafa Çelebi, bu başkaldırıları “Türkmenlerin isyanı” diye nitelendirmektedir.

Oluşumundan bu yana, Hacı Bektaş Dergâhı, Dulkadıroğlu devletinin sınırları içinde bulunuyordu. Hacı Bektaş’ın efsaneleşmiş hayatının anlatıldığı Velayet Namede, Hacı Bektaş’ın Dulkadirlilerle olan ilişkisi –kıssadan hisse– şöyle anlatılır:

“Hacı Bektâş-ı Velî, Rum ülkesine, Türkmen içinde, Zülkadirli ilinde Bozok’tan girdi.”

Velayet Namede Hacı Bektaş’a, Dergâhın, buradan başka bir yere götürmesinin teklif edildiği, Hünkâr’ın ise bunu kabul etmediği “Hırkadağı” başlıklı bölümde, –kıssadan hisse– şöyle anlatılmaktadır:

“Hünkâr, Sulucakaraöyük’te, Kadıncık’ın evine yerleşince kerametini işitenler, ziyaretine gelmeye başladılar. Fakat huzurunda toplanan muhipler ve halifeler, köyün havasından incindiler. Hünkâr’a bir yolla anlatalım da deniz kıyılarından bir yere gitsinler, bizde bu sayede sıcak bir yerde karar edelim dediler. Birgün toplanıp Hünkâr’a, burasının yeli pek çok, durmadan esiyor diye söz açtılar. Hünkâr, erenler, bizi ziyarete geliyorlar, onun için çok yel esiyor dedi. Gene bir gün, bu Karaöyük’ün karı fazla, soğuğu şiddetli, erenler bir alçak ve deniz kıyısı yerde karar etselerde gelen abdallar, çıplaklar, garipler de rahata kavuşsa dediler. Hünkâr bu sözlerden incindi. Hakk’a giden hak uğrun hakkıyçin dedi, bu yerden daha soğuk ve daha yüksek bir yer olsa gider oraya yerleşirdim dedi. Halifeler, Hünkâr’ın Sulucakaraöyük’ten gitmeye razı olmadığını anladılar, artık bu işe ait hiçbir sözde bulunmadılar.”

Dulkadiroğlu Devleti, Osmanlılarca önce işgal edilip, sonrada ilhak edilince, Osmanlı devleti buraya da kendi törelerini dayattı. Alevilerin buna tepkileri şiddetli oldu, Kadıncık ana ile Hünkâr’ın sulbünden gelen, Şahı Kalender diye anılan, Kalender Çelebinin öncülüğünde 1527 yılında Huruç ettiler. Alevilerin bu eylemi bastırıldıktan -yaklaşık olarak 25 yıl- sonra, Osmanlı devleti, 1552 yılında Hacı Bektaş Dergâhını yönetmesi için etkili bir adamını buraya gönderdi. Bu kişi, Alevi dünyasında Sersem Ali Baba diye bilinen, Kanuni Sultan Süleyman’ın kaynı, meşhur Server paşadır.

Osmanlı devletinin atadığı Sersem Ali Dedebabanın, 1552 yılında Sulucakara Öyük’e –ikinci kez- gelip, Hacı Bektaş Dergâhı’nı yönetmeye başlamasıyla, Alevi dünyasının merkezi olan Hacı Bektaş Dergâhındaki üç yüz yıllık bir gelenek bozulur. Hacı Bektaş Dergâhı, oluştuğu günden buyana, üç asırdır Dergâhı Çelebiler yönetmekteydiler, Osmanlı’nın Sersem Ali Dedebabayı buraya atamasıyla, üç asırlık bu gelenek bozulup “Çelebiler dönemine” son verilir.

Hacı Bektaş Dergâhını, Çelebilerin yerine, Osmanlı devletinin atadığı, Sersem Ali Dedebaba gibi adamların yönetmeye başlaması, Alevi dünyasında 9 şiddetinde bir depremin etkisi gibi bir etki oluşturur, bu Alevi dünyasında Çelebiler ile Babağan kolu diye bilinen o meşhur ayrılığın doğmasına yol açar. “Babağanlar” denilen Osmanlı yanlıları, şehirlerdeki Alevi Dergâhları ile tekkelerini ele geçirirler, Osmanlının erişemediği ücra köylerdeki Aleviler ise eski geleneklerini sürdürür; işte buradan “Köy Aleviliği”, “Şehir Aleviliği” denilen farklılık doğar. Herkes bu ayrılıkta kendi safını belirler, arada gelgitler olur vs.

Bence, kendini “Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim” diye tanıtan Pir Sultan Abdal, “Bozuk düzende düzgün çark olmaz” sözünü, Osmanlı Devleti adına, Kanuni Sultan Süleyman’ın kaynı, Sersem Ali Baba’nın, Hacı Bektaş Dergâhını yönetmeye başlamasıyla, ortaya çıkan, Alevi yolundaki bu ayrılık için söylemiştir. Bu söz, Pir Sultan Abdal’ın, Alevi yolundaki ayrılıkta “Babagan kolu” diye bilinen, Dedebabalığa karşı tutum alışının bir ifadesidir; Pir Sultan’ın idam edilmesi de – bence – bu süreçle ilgili tutumundan dolayıdır.

Bilindiği gibi “Babağan kolu” diye bilinen Dedebabalar, Mücerretlik denilen evlenmemeyi savunurlar, mücerretliği savundukları için onlarda, evli olan dört canın bir olup yola girmesi usulüne dayanan yol kardeşliği yani müsahiplik yoktur; Çelebilerin, Hünkâr ile Kadıncık diye bilinen Fatma ananın sulbünden geldiğine inanmadıkları için, onlara “İdris hoca oğulları” derler. Pir sultan’ın bu konulardaki bazı nefeslerini buraya alarak bu yazımı bitirmek istiyorum.

PİR SULTAN’IN SAFI BURDAN BELLİ

Hacıbektaş tekkesinin dışından
Dediler bir suna esti yalınız
Ayırdılar yareninden eşinden
Dediler bir suna esti yalınız

Eşinden ayrıldı Beştaşa vardı
Kuru göllerde çok savaşlar kıldı
Ayrılık haberin Mucurdan aldı
Dediler bir suna esti yalınız

Aştı m’ola kırlangıcın Belini
Avcı rasgelirse yolar telini
Arzulamış gider dostun ilini
Dediler bir suna esti yalınız

Pir Sultan Abdal’ım gözlerim paslı
Tutu kumru gibi kafeste belsi
Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir nesli
Dediler bir suna esti yalınız.

********

MÜCCERREDİM DEYÜ DAVA KILANLAR

[“Bu deyiş 1552’den sonra Hacı Bektaş Dergâhına Sersem Ali Babanın postişin /Dedebaba olarak tanmasından sonra Bektaşiler arasında ortaya çıkan “mücerretlik” tartışması ve bölünmesiyle ilgilidir. Bu bağlamda bu tartışmada duyarsız kalmadığı anlaşılan Pir Sultan’ın yaşadığı dönem açısından da ayrıca tarihsel bir önemi vardır.” (Ali Haydar Avcının Pir Sultan’ın bu deyişine yazdığı dipnot. Ali Haydar Avcı, Pir Sultan Abdal, Nokta kitapları 2008 Ankara, Sayfa576-577)]

Mücerredim deyu dava kılanlar
Murtaza Kırkların başı değil mi?
İmamlar anası Kırklar aynası
Fatıma Ali’nin eşi değil mi?

Bilmem küstah mıdır Âdem’e tapan
Adem’in başında gülleri kokan
Dişi kuş değil mi yuvayı yapan
Erkek aslan ise dişi değil mi?

Anamız Havva’dır atamız Adem
Onlardan ayrılmaz yüzümüz bir dem
Havva anamıza hor bakan adam
Tanrının hışmından şaşı değil mi?

Havaya hor bakıp kendini yakma
Lanet halkasını boynuna takma
Muhammet Ali’nin yediği lokma
Anı sunanların işi değil mi?

Pir Sultan Abdal’ım cümlesi ekber
Murtaz’Ali değil mi onlara rehber
Şah İmam Hüseyin Zülfikar Kanber
Pençe-i Al’aba başı değil mi?

Bence bu nefesler Pir Sultanın 1552 de hangi safta olduğunu gösterir. Başka söze gerek yok ama iki dize daha yazayım. Anlayana saz olsun. Bu deyişlerde, yol kardeşliğini yani müsahipliği anlatıyor.

İptida tâlip olunca
Düşmana galip olunca
Dört can bir kalıp olunca
Menzili bi-nihayettir

***

Dört kardeşiz bir kalıpta yatarız
Gömlek birdirbir vücuda çatarız
Kendimizi ateşlere atarız /
Ateş nedir duman nedir kül nedir

***

Ali Rıza AYDIN- Adana. 14 Şubat 2014
Rıza AYDIN

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.

Yukarı ↑