Bir kandilden bir kandile atıldım
Turab olup yeryüzüne saçıldım
Bir zaman Hak idim, Hak ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim
Hataî


Kandil

Kandil yıldız demektir. Parlak ışık saçan, aydınlatan bir alev kütlesi.
Dünya oluşumun ilk 200 ylında ışık saçan, içinde patlamalar gerçeklesen, ateşler püskürten bir kandil(cik) idi. Alevî deyişlerinde sıkça işlenmiş olan bu kandil kelimesi çoğunlukla ışık ve nur kelimeleriyle anılıyor.

Kudret kandilinde bir ışık iken
Ta ol zaman aşık oldum nura ben
Sıdkı Baba

Kandilde balkıyan dostun nurudur
Akıl ermez ona Hakkın sırrıdır
Seyit Feyzullah

Eğer sual eder isen sırrımdan
Cümlemizi var eyledi varından
Hak yarattı Muhammedi nurundan
Kandilde balkıyan nurdan gelirim
Nesimi

Balkımak

“Kandilde balkıyan dostun nurudur” (Seyit Feyzullah)
“Kandilde balkıyan nurdan gelirim” (Nesimi)

Kandil güneştir. Balkımak parlamak, parıldamaktır. O halde kandilde balkıyan yani güneşte parlayan, parıldayan nur ise, bu nur nedir sorusuna cevap büyük ozan Kul Himmet‘ten;

Yerde insan gökte melek yoğuken
Kudretinden bir nur indi süzüldü
Cümle mahluk* kandildeki nur iken
“Ayın” Ali “Mim”Muhammed yazıldı

“Cümle mahluk” günümuzde ya da geçmişte yaşamış bütün canlıların toplamı, bütünüdür.

Alevîlikte var olan bütün canlıların haktan gelip yine hakka gideceği inanışını “cümle mahlukun” (bütün canlıların) kandildeki nurdan geldiği dizesiyle sentezledigimizde “kandildeki nurun hakkın kendisi oldugu” fikri çıkar önümüze. Kandildeki nur haktır.

Kudret kandilinde bir ışık iken
Ta ol zaman aşık oldum nura ben
Sıdkı Baba

Pervane’nin (Sıdkı Baba) aşık olduğu “ışık-nur” Haktır. Ve O’na aşık olduğunu söylediği zaman ise henüz kendisi varolmadan milyarlarca yıl evvel güneşte bir ışık olduğu zamandır.

Balkımak: Işık saçılması ya da gürültülü ışık patlaması, şimşek çatması anlamında da kullanılır.

“Kandilde balkıyan nurdan gelmek”; güneşteki parlayarak saçılan ışıktan gelmektir.

“Kandildeki balkıyan ışık” yani güneşteki parlayan ışık insanın dünyadan önceki, daha doğrusu dünya var olmadan önceki ete kemiğe bürünmemiş halidir.

İnsan burada henüz ışıktır, nurdur. Henüz ne kendisi, ne kendisini oluşturacak olan elementler, ne de bu elementleri oluşturacak olan uygun şart ve ortamlar vardır.

Herşey “parlak, ışıklı güneşin” patlama ile saçılması sonucu oluşacak gaz ve bulut tabakasının ağır bir top haline gelip kendinden kücük meteor ve ağır metalleri de çekerek yavaş yavaş büyüyüp yaşam için gerekli şart ve koşulları oluşturmaya başlamasıyla başlar. Aleviliğin büyük ozanı Yunus Emre bu olayı iki cümleye sığdırıyor;

Yedi gök yaratıldı IŞIK ile bünyâd oldu
Toprağa nazar kıldı, aksırıp durugeldim
Yunus Emre

*Bünyâd: En önemli, belli başlı, ana, esas. Bir şeyin üzerinde temellendiği kurulduğu şey, kök.

Yunus Emre çok acık bir dil ile dünyadaki ilk oluşumun, ilk oğelerin, ana öğelerin (dört elementin) ışık ile oluştuğunu söylemekte. Alevî edebiyatının usta ozanları sıklıkla dunyanın ışık ile bünyâd olmasından evvel var olduklarını soylemeleri yukarıdaki anlatımların daha kolay anlaşılabilmesi için sunulacak başka bir delil olabilir.

Yok iken yer ile gök, ben ezelden var idim

Aşağıya aktardığım birbirinden ayrı yer ve zamanlarda yaşamış bunca ozanın aynı dil ve cesaretle tekrarladıkları şey; “yer ve gök yok iken kandildeki nurda var olduklarıdır”

Tüm bu deyişlerde adı geçen nur “ışıktır”, ışık Hak ile özdeşleştirilir. Işık karanlığın ve kötülüğün karşıtıdır. Evrendeki herşey bu ışıktan doğmuş ve yine bu ışığa dönecektir.

Alevilerin kendilerini son yüzyılda tanımlamak icin kullandıkları “Alevî” teriminin hz. Ali ile bir bağlantısı yoktur. Alev kelimesi -i- aidiyet ekinin takılmasıyla “alev-i”, yani alev’den gelen, ışıktan gelen anlamında takiyye edilmiştir. Aleviler bu ışığa “Hak” demişler.

Bütün evrende var olan herşey bir noktadan hasıl olan bu ışığın farklı görünüşlerinden başka birşey değildir. O tektir. Var olan herşey O’ndan geldiği için O herşeyin içindedir.

Herşeye hayat vermiş olan Hak (ışık) hayat verdiği herşeyin de içindedir.

Varolmak, yüce bir nur olan Tanrıdan (haktan) fışkırmak, görüş alanına çıkmaktır. Oluş,Tanrıdan (haktan) çıkış ve yine ona dönüştür. Tanrısal ışık, en yüceden en aşağı kata doğru basamak basamak görüş alanına çıkar. Bu basamaklar değişik nitelikli varlık türlerini oluşturur. Varoluş, yoktan yaradılış anlamına gelmez. Görünmeyenden görünür duruma geçme eylemini belirtir. İnsan Tanrı ile özdeştir, Tanrısal bir varlıktır. Varlık türleri içinde Tanrıya en yakın olanı insandır ve bu nitelikleriyle de varlık birliğinin, “Vahted-i Vücud”un merkezidir. Bireysel irade topyekün iradenin bir cüzüdür.

Ruh ölümsüzdür. Tanrıdan (haktan) gelmiş ve ona geri dönecektir. Beden ise, ruhun yeryüzündeki aracı durumundadır. Ruh, tekâmülü ve Tanrıya ulaşması için ne kadar bedene ihtiyacı varsa, o kadarını eskitecektir.

“Daha Allah ile cihan yok iken, daha yer ve gök yok iken” var olduklarını söyleyen Harabî ve Seyyit Feyzullah kendilerini varından var edecek ve onları kendi ozellikleri ile donatacak olan Hak (ışık) ile birlikte olduklarını söylemekteler;

Eğer sual eder isen sırrımdan
Cümlemizi var eyledi varından
Hak yarattı Muhammedi nurundan
Kandilde balkıyan nurdan gelirim
Nesimi

Daha Allah ile cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk”a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik
Harabi

Yer yok iken gök yok iken dolaştım
Muallakda beyaz kufar’a düştüm
Kırkların ceminde engürü içtim
Ol yeşil kubbeye konduğum zaman
Seyyit Feyzullah

Sorma ne hacet bizleri sofu
Ta ezel künyede ismimiz vardır
Dünya kurulmadan yüzbin yıl evvel
Ol yeşil kandilde cismimiz vardı
Devranî

Aramaynan hak bulunmaz
Bakmaynan göze görünmez
Çıkıp meydanda salınmaz
Aslın nurdadır sevdiğim
Aşık Senem

Kudret kandilinde bir ışık (ziya) iken
Ta ol zaman aşık oldum nura ben
Ziyasından (ışığından) halk eyledi toprağı
Vücut buldu bu eşyanın menbaı
Sıdkı Baba

Ta ezelden kandildeki nurdayım
Binde bir can eremedi bu sırra
Dermanî

Yedi kat arşta asılı
Kandildeki NUR’a geldim
Pir Sultan Abdal

Kandilde Nur iken sevmişim seni
Güzel pirim sultan pirim şah pirim
Genc Abdal

Hü diyelim gerçeklerin demine
Gerçeklerin demi NUR’dan sayılır
Hatayi

Kandilde balkıyan dostun nurudur
Akıl ermez ona Hakkın sırrıdır
Seyyit Feyzullah

Halk etmeden arş-ı kurşi alemi
Şol yeşil kandilde verdik selamı
Sıdkı Baba

Kandil asılırken Nur-u meskende
Bülbül idim gonca gülünde idim
Yeksanî

Çatılmadan yerin gögün binası,
Muallakta iki nur’a düş oldum
Sıdkı Baba

Kandilin içinde nur olan biziz
Mekân ötesinde sır olan biziz
Devranî

 

8
Vahdeti Vücut

“Hak” başlangıçtır. Herşeyin “başlangıcı, özü ve varoluş noktasıdır”. “Evren” Haktan varolmuşların tümüdür. Galaksiler, yıldızlar, gezegenler, uzay, boşluk ve bu boşluktaki bütün canlılar bu nedenle Hakkın farklı görünüşlerinden başka birsey değildir. Bir kaya parçasında da O vardır, bir ulu çınarda da O vardır. Heryerde olan bu Hak terimi İslamiyetin Allah kavramıyla bir değildir.

Aşağıya aktaracağım İbn-i Arabiye ait olan eserdeki Hak terimi ile İslamiyetteki Allah kavramı arasındaki farkların ve çelişkilerin ayrımını okuyucuya bırakıyorum.


Gerçek varlık O

Gerçek yokluk da O
Yaratan da yaratılan da O’dur
Her varlığın kendisidir.
Yüce hak ve çirkin batıl O’dur
Deha düşüncenin kendisi ve aptal hurafenin aynısıdır.
Zihinde parlayan düşünce ve kaybolan kuruntu ile şaşkın hayal O’dur
Mümin O, kâfir O’dur
Katıksız muvahhid O
Putperest müşrik O’dur
Hareketsiz cansız O
Keskin duyarlı canlı O’dur
Arşın altında secde eden melek O
Cehennemde yanan şeytan O’dur.
Gözyaşları dökerek tesbih eden rahip O
Günahlarıyla genel evini ayağa kaldıran zani O’dur
Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan rahibe O
Etini budunu satarak geçinen
Ve çıplak vücut için yaşayan fahişe O’dur
Aydınlığıyla alemi kuşatan ışık O
İnleri korku ve dehşetle dolduran koyu karanlık O’dur
(Fusûsu’l-Hikem: 80)

İbni Arabi’nin yazdığı bu anlatımda Tanrının bütün özelliklerinin insanda da var olduğu görüşüne ulaşıyoruz. İbn-i Arabi’nin bu anlatımı Alevilerce de kabullenir. Âşık Daimî “Kâinatın aynasıyım” adlı deyişinde İbni Arabi ile aynı şeyleri söyler;

Kâinatin aynasıyım
Mademki ki ben bir insanım
Hakkın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım

İnsan hakta hak insanda
Ne ararsan var insanda
Hiç eksiklik yok insanda
Madem ki ben bir insanım
Daimi

İnsanın Hakta, Hakkın ise insanda olma durumunu yani Hallacı Mansur ile özdeşleşmiş olan “Enel Hak” tanımlaması Vahdeti Vücut (varlığın birliği) felsefesidir. Yukarıdaki deyişte ve İbn-i Arabi’nin yazısında işlenen konu Vahdeti Vücuttur.

Mansur; “Ben Hakkım, Hak bendedir”
Hasan Sabbah; “İnsan Hakkın bir parçasıdır”
Ünlü bir sufi olan Ferîdüddîn-i Attâr; “İnsan Hak ile özdeştir”
Hâcı Bektâş-ı Velî ise; “Ne ararsan kendinde ara” demiştir.

Bütün bu tanımlar salt bir tasavvufî görüş veya sufist bir duruş değil, günümüz biliminin öne sürdüğü tek gerçektir. Binlerce yıllık “vahdeti vücut” gerçeği bir kaç yıllık “kuantum fiziği” biliminin ta kendisidir. Kuantum fizigi “Vahdeti Vucud’un” bilimsel olarak kanıtlanmış halidir.

Kuantum fiziğine göre Evrenin en küçük zerresinde bile bütüne ait olan bilgilerin tümü mevcuttur. Küçük büyükte, büyük kücükte mevcuttur. Tüm evren tek bir bütündür. Evrendeki her şey ne kadar farklı görunse de bir bütünün farklı yerlerdeki farklı yansımalarıdır. Herşeyde O bütünün özellikleri vardır. Kuantum fiziğine göre algılanan bütün maddeler boşlukta etkileşen kuantum parçacıklarının dalgalanmalarından oluşuyor. Kuantum parçacıkları boşluğun içinde bir görünüp bir kayboluyor. Bu konu hakkında “Mevlâna” şunları söylemekteydi;

“Cümle âlem, her an yok olur gider. Sonra tekrar, varlık âlemine dönüp bekâ şeklinde görünür. Alemin varlığı, daima gidip gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden hâli değildir”

Aleviliği salt bir islam yorumu görenler, islamiyetin özü sayanlar “tanrı-evren-insan” birliğinin “kâmil insan” olma aşamasında insanın tekrar tanrısal mertebeye ulaşmasını, koptuğu parçaya kendisini bilerek yeniden kavuşup tanrısallaşmasını islamiyetin neresine koyabilirler?

Sadece 100 yil evveline kadar 2 milyar yıl ömür verilen dunyanın yaşını, eski Yahudi din bilginleri iö 3760, Hıristiyanlar ise iö 4004 yılında başlatabiliyorken Alevilik dunyanın varoluş serüveninin guneş ile başladığını söylemekteydi.

Gencî adında bir Alevî ozanı yüzlerce yıl önce bakın bu yukarıda anlattıklarımı nasil aktarmış;

Çar anasır bâb’ından nikâb büründüm
Bir noktadan hasıl oldum arındım
Can gözüyle görenlere göründüm
Ne seyranım ben seyrandan içeri

Gencî hakikatım şah-ı nurdayım
Ne yerdeyim ne gökteyim nerdeyim
Mekân tutmaz ispat olmaz sırdayım
Lamekânım lamekândan içeri
Gencî

“Çar anasır bâb’ından nikâb büründüm”: 4 element ile oluştum (ateş, hava, su, toptak)

Bir noktadan hasıl oldum arındım”

Hasıl olmak; meydana gelmek, varlık kazanmak, gerçekleşmek. Başka bir deyişle nitelik kazanmak demektir. Burada “Genci” Bir noktadan hasıl oldum derken bir noktadan meydana geldiğini, bir noktadan varlık kazandığını, bir noktadan nitelik kazandığını söylemekte. Bu nokta herşeyin başladığı yerdir. Sadece insanların değil dunyanın, bütün canlıların ve içinde yaşadığımız evrenin baslangıç noktasıdır bu nokta.

CERN’de calışan profesör Gökhan Ünel evrenin kronolojik sıralamaya göre oluşumunu bu noktayı baz alarak şöyle anlatıyor;

0 saniye: Büyük Patlama, enerji yoğunluğu sonsuz, çünkü evren nokta kadar.
0, (25 tane sıfır) 1 saniye, yani saniyenin trilyonda birinin trilyonda biri: BHÇ’nin ulaşabileceği en yüksek yoğunluk, nokta halindeki evren yaklaşık 300 milyon km’ye genişlemiş.
0,00001 saniye: Proton ve nötronlar oluşuyor.
3 dakika: 180 saniye: Hidrojen ve helyum gibi hafif çekirdekler oluşuyor.
380 000 yıl: Elektronlarla birleşen hafif çekirdekler hidrojen ve helyum atomlarını oluşturuyor.
200 milyon yıl: Yıldızlar ve gökadalar oluşuyor.
9.2 milyar yıl: Güneş sistemi oluşuyor.
10 milyar yıl: Dünya’da hayat başlıyor.
13.7 milyar yıl: Bugün…

Her ne kadar bugünün bilim dunyası bu konu hakkında hemfikir değilse de en azından evrenin surekli genişlediği konusunda hemfikirler. Evren sürekli genişleyen bir yapıya sahip ise bu demek oluyor ki bir baslangıç noktası vardı. Bir baslangıç noktası olmasaydı sürekli genişlemesi de imkânsız olurdu.

Lâ mekân elinden bir nişan iken
Meni zuhur etti ol kan içinde
Üç yüz altmış altı şehirden gelip
Özüm katre oldu umman içinde

Lâ mekân mekânsız anlamına geliyor. Mekânsız olan. Hic bir yere sığmayan, eni ve boyu olmayan, mekâna sığmayan. Peki dünyanın varoluşunu düşünecek olursak nedir eni ve boyu olmayıp mekâna sığmayan? Tabi ki evren, uzay.

Evren sürekli büyüyen, genişleyen fakat hicbir yere sığmayan bir yapıdadır. Bu yapıya Alevî literatüründe “lâ mekân” deniyor. Deyis şu dörtluk ile devam etmekte;

Bir zaman ummanda cansız yatırdı
Cana ceset verip vücut yetirdi
Gıda verip kalp içinde oturttu
Rızkımı yarattı ol kan içinde
Noksanî


Ummanda cansız yatmak ne demek?

4.5 milyar yil once dunya guneş sistemindeki toz bulutundan oluştu. 200 milyon yıl boyunca yanan bir ateş topuydu. Yavaş yavaş içten dışa dogru soğumaya başlamasıyla ilk karalar oluşmaya başladı. Başlayan Göktaşi yağmurları yaşamın yapı taşları olan su ve amino asitleri dunyanın yüzeyine taşıdı. Dünyaya göktaşı (meteor) yağmurlarıyla taşındı. Dünyaya şiddetle çarpan her göktaşı içinde bulunan suyu çarpışmanın etkisiyle dışa vurdu.

Her ne kadar dünyaya çarpan göktaşları okyanusları oluşturmuş olsalar da gerekli yaşam kosulları olmadığından bu suların içinde henüz canlı organizmalar oluşmamıştı.

Burada yukarıdaki dörtlüğü yeniden okuyun. “Bir zaman ummanda cansız yatırdı”.
Noksani’nin ummanda yani okyanusta cansız yatırdı derken anlatmak istediği budur.

3 milyar yil önce ortaya çıkmış ilk ilkel yaşam biçimleri olan stromatolit denen mercansı yapıların kalıntıları bulundu. Bu kalıntılara bugün Kuzey Meksika çölunde halen rastlanıyor. Okyanuslar göktaşlarının Dunyaya yağmalarının ardından oluştuktan sonra bugünkü yaşam formların oluşabilmesi için halen bir eksik vardı…OKSİJEN.

Bu oksijensiz geçen zaman dilimidir Noksanî’nin “bir zaman ummanda cansız yatırdı” dediği yer.

Oksijenin oluşabilmesi suların altındaki “stromatolitlerin” oluşmalarıyla başlayabildi. Stromatolitler ise “siyanobakteri” denen milyarlarca mikroptan oluşmuştu. Bu bakteriler benzersiz bir ozellikleri sayesinde dünya tarihini değiştirecekti. Çünkü bu bakteriler güneşi ve suyu alarak oksijen üretiyordu.

Kim bu tenim yoğuken ben can idim
Katre değil ezeli ummân idim
Kaygusuz abdal

Ger aslım sorarsan ben bir niyazım
Sabır ilmi derler yerden gelirim
Ve katre idim şimdi han oldum
Arştaki kandilden nurdan gelirim
Nesimi

Katre idim Ummanlara karıştım
Kaç bulandım kaç duruldum kimbilir
Devre edip alemleri dolaştım
Bir sanata kaç sarıldım kimbilir
Gufranî

Kendisi henüz bedenlenmemiş iken, daha doğmamış iken, değil ete kemiğe belirli bir bilince dahi sahip değil iken var oldugunu söylemekte. Keza bu varoluş tamamiyle manevi bir devriye yolculuğudur. Kaygusuz Abdal henuz insan donuna girmemiştir; Bir katreden (damla sudan) ummânın (okyanusun) parçası olmuştur.

Karalar, sular, oksijen, ateş ve atmosfer oluştuktan sonra canlıların yaşayabileceği ilk koşullar tamamlanmış oldu. Artık ateş, toprak su ve hava vardı…

Çâr anasır bâbından nikâb büründüm
Bir noktadan hasıl oldum arındım
Can gözüyle görenlere göründüm
Ne seyranım ben seyrandan içeri
Gencî

Anasırdan bir libasa büründüm
Nar ü Hak ü Bâd ü Ab’dan göründüm
Şiirî

Çâr Anasır: 4 kuvvet, 4 element (öğe).
Libas: Elbise
Nar: Ateş
Hak: Toprak
Bâd: Rüzgar, hava
Ab: Su

Aleviler bunları nereden biliyorlardı? Bütün evrenin bir noktadan oluştuğunu, Evrendeki bütün varlıkların birbirleri ya da kendi eksenleri etrafında dönduklerini, Dunyayı oluşturacak koşulları, yaşamın güneşten geldiğini, İlk canlıların okyanustan cıktığını, Evrenin en küçük zerresinde bütüne ait olan bilgilerin tümünün bulunduğunu, Tüm canlıların evrimleştiklerini, İnsan bedeninin dört elementten oluştuğunu, Uzayın eni ve boyu (lamekân) olmadığını…

Alevî pirleri, ozanları bunca derin bilgileri günümüzden yüzlerce yıl evvel nereden oğrenmişlerdi?

(Karan Ap)

BEN Kİ
Şiir: Süleyman Diyaroğlu