Batınî Yükümlülüklerimiz

Batınîlik, genelde dinlere, özelde İslamiyet’e özgü değildir. Çünkü batınî düşüncenin kökeni, tek tanrıcı dinlerden daha eskidir. İlkçağ Yunan-Anadolu bilgelerinin şiir ve destanları “kutsallık” derecesine yükselince, bunları “tevil yoluyla” açıklama geleneği yerleşti; böylesi bir çabaya girilince “sanı ile gerçek” arasında gidip-gelmeler başladı.

Bu “tevil geleneği” Yahudi kökenli İskenderiyeli Philon tarafından devir alındı; vahye dayalı “iman” ile “felsefî düşünce” arasında bir “sentez” yaratmaya çalıştı (vahiy metinleri + Platon + Aristoteles vb).

Giderek bağımsız bir yapı kazanan bu “tevil geleneği”, önce Yahudi zeminde kavramlaştı  ve Kabala hareketine kaynak oldu; daha sonra kimi ilk Hıristiyan savunucuları tarafından benimsendi ve İncil’in batınî “tefsiri” yapıldı.

İslamlıkta batınîlik Osman döneminde uç vermeye başladı ve Hz. Ali döneminde “kavramlaşma” aşamasına yükseldi. İzleyen dönemde ön plana çıktı; tasavvuf temelinde felsefî-düşünsel bir akım oldu.

Tasavvuf temelinde “vahdet-i mevcut” belirleyici bir “felsefî-düşünsel akım” olarak Horasan topraklarına taşındığında, Asya’nın “izlemeye ve sahibine başvurmaya” dayalı geleneği ile buluştu. Bu buluşma; örneğin Aleviliğe, hetedoksinin nesnel sınırlarını aşan ve tektanrıcı değerleri “tersine dönüştüren” bir cüret kazandırdı.

Demek ki bâtıniliği Kitab-ı Mukaddes’in, İncil’in ya da Kuran’ın “içsel yorumu” biçiminde anlamak eksik ya da yanlıştır. Bâtınilik tarihsel sürecinde Yahudi dünyasında Yahudi heteredoksisi, Hıristiyan dünyasında Hıristiyan heteredoksisi ve İslam dünyasında İslam heteredoksisi biçiminde yapılanmıştır. Bu nedenle Batınîliği,“dinsel çerçevede ve inanç düzleminde” ele alıp irdelemek üretici değildir, ötesinde bizi “yanılgılara” sürükler.


Batınî bir eğilim içerisine giren bir Alevînin-Bektâşî’nin temelde üç yükümlülüğü varıdır:

a) Soyuttan somuta yönelme zemininde; genel kabul gören ya da kutsal sayılan bir metinden/sözden “bağımsız yorum yapma”.

b) Akıl yürütme yoluyla; “soyutun içeriği ile somutun özü” arasında akılın gereklerini yerine getirerek yorum yapma.

c) Kutsal metinlerin zâhir anlamlarını “dışlama” ve iç anlam üzerinde yoğunlaşma.


Bu nedenle Alevîler-Bektâşîler:

a) Her şeyin bir “dış yüzü” yanında bir de “iç yüzü” vardır, savını önkoşul kabul ederler.

b) Önkoşul gereği “biçime” değil “öze” bakarak yorum yaparlar; biçim görüntü ve kabuktur; öz ise candır. Kabuk ve can olmadan somutluktan söz edilemez; kabuk, canın eylemidir.

c) Düşünce özgürlüğünden “gerçeğin ışığı” çıkar, ilkesini temel aldıklarından “kişiyi ve doğayı özgürleştirmeye” çalışırlar.


Tanrı’nın Kerameti

O zaman soralım, “Tanrı, lâ mekân mıdır?”, diye.

Metafizik Tanrı söz konusu ise gerçekten lâ mekândır. Batınî Tanrı söz konusu ise varlığa gelen her şey Tanrı olduğuna göre Tanrı lâ mekân değildir; her varlık, Tanrı’nın mekân olduğunun kanıtıdır; her varlık, Tanrı’nın dünyadaki kanıtıdır; Tanrı’yı dünya onaylar.

Peki, hiçlik “lâ mekân” mıdır?

Metafizik söz konusu ise hiçlik içinde mekân taşımadığından lâ mekândır. Batınîlik söz konusu ise hiçlik içinde mekânı taşıdığı için hiçlik lâ mekân değildir. Her varlık, görünmeyenden görünüşe taşındığı için yoktan var oluyormuş gibi algılanır ki tasavvuf kültüründe buna Tanrı’nın kerameti adı verilir. Tanrı’nın her kerameti harkulâdedir ve varlığa gelen her varlık harikadır.

Tanrı, kendisine âşık olup aşkın günahı suçunu işlediği için bir olağanüstülük yaşandı; suçun bedeli karşılığında Tanrı’nın yarısı dişi, diğer yarısı erkek oldu; Gök-Yer diye ortadan ikiye ayrılıverdi. Yer-Gök birbirine âşık oldu; aşkın günahı suçunu işledi ve toprak, hava, su ve ateşten don edinen her şey varlığa geldi. Tanrı, başlangıçta hiçlik idi ve oradan varlığa yolculuk yapıldı.

Hiçliğin içindeki mekâna nasıl taşınabiliriz?

Yanıtı açık, bu dünyayı terk etmekle taşınabiliriz. Şimdi bu dünyayı nasıl terk edebileceğimizi açalım: Bunu başarabilmek için varlıktan yokluğa bir yolculuk yapacağız.


“Tanrı’nın anası-babası var mıdır?”
 sorusu üzerinde biraz düşünelim:

Batınîlikte Tanrı, açık nesnelliğin zahirden-batına, gizil nesnelliğin batından-zahire yapacağı yolculukta rehber anlamında uyacağı eğilimi gizil ve açık nesnelliğin yapısına işler. İşte yasa olarak algılanan bu eğilim Tanrı’nın anası-babasıdır. Anası-babası belli olunca O’nun nasıl doğacağı anlaşılmalıdır. Yol doğumunda yol-eri önce kendisini kendi gönlünden ağız yoluyla doğurtur; daha sonra Tanrı’yı ve Ali’yi doğurtur. Tanrı’nın varlığın yapısına işlediği eğilimi (yasayı) algılayan her can, gönlünde Tanrı’ya gebe kalır ve O’nu ağız yoluyla doğurur. Demek ki Tanrı’yı doğuran insandır. Tanrı’yı doğuran analar-babalar, Güruh-u Nacî topluluğunu oluşturur; Güruh-u Nacî topluluğu, Tanrı’yı kendi varlıklarıyla onaylamış olurlar. Hak’tan doğup Hakk’ı onaylayanlardır. Tanrı’nın varlıkların yapısına gizlediği yasayı algılayamayanlar lâ mekâna kul olup mekânını bulamayanlardır.

Esat Korkmaz


Var mı?

Yer, gök yok iken var olanlar gelsin,
Okusun nefsini kendini bilsin,
Önce kendi özüne nazar kılsın,
Vücudunda, özünde lâ mekân var mı?

Rahmet deryasındaki ruhlar varda,
Sırasıyla dizilmiş gözleri yolda,
Kılınan nikâh ile var ile yarda,
Hakk’ın emrinde lâ mekân var mı?

Lâ mekân can içinde can olamaz,
Noksani lâ mekân ilinde menzil alamaz,
Bi mekânda kayıp olmuş kendini bulamaz,
Aç gözünü, doğuşunda lâ mekân var mı?

Hak mekânını insanda tutmuş,
Canını canına yol ile katmış,
Açmış cevahir dükkânını zî kıymet satmış,
Açılan dükkânda lâ mekân var mı?

Sıra ile dizilen ruhlar yoluyla geliyor,
Tasdikini ispatını dünyadan alıyor,
Anadan doğan vücutta kendini buluyor,
Ana rahminde lâ mekân var mı?

“Noksani” lâ mekân ilinden mi geldik?
İlm-i ledünü bi mekânda mı aldık?
İlm-i hikmete mi özünü saldık?
İlm-i Cavidan’da lâ mekân varmı?

Hasani Sani İlm-i Cavidan’dan almış,
Sürmüş lâ mekânı illâ mekânda kalmış,
Özünü Naci deryasına salmış,
Naciye deryasında lâ mekân var mı?

-VÜCUDUN SIRRI-

Lâ mekân olanın olur mu dünyası?
Kimden doğmuş kimdir anası?
Hangi renkten alınmış boyası?
Görünmeyen yüze fetva verilmez.

Dünyada yüzünü, rengini meydana veren,
Ehl-i kâmildir her sırra eren,
Gizli bahçelerdeki gülleri deren
Kapısı olmayan bahçenin gülleri derilmez.

Ana yolundan başka yol yoktur,
Ana yolundan tasdik olanlar çoktur,
Ana yolundan ispat olanlar Hak’tır,
Hakk’ın emriyle kılınan nikâhı bilmez.

Kendini bilen Bismillah’tır,
Yüzü sıfatı cemalullahtır,
Hakk’ı tasdik eden Resulullah’tır,
Allah, Muhammed’in sırrı birdir bilinmez.

Errahmandır vücutlu insan,
Vücutta var mıdır lâ mekân,
Errahimde doğmuş küllü erkân,
Lâ mekân nikâhsızdır nikâhı kılınmaz.

İnsan vücudu ümmül kitaptır,
Zatı sıfatı nuri afitaptır,
Ruhi kalem yazmış Kuran’ı harftir,
Kalbi ya Hak’tan ayrılmaz.

Hasani vardan geleni eyler beyan,
Yoktan gelen kimse eylesin ayan,
Lâ mekândır mekânı yok mekânsız olan,
Yalanla dolanla çaputlara sarılmaz.

-BİR ZAT-

Lâ mekân! Mekânı olan bir kimse,
Kim alır ondan bir hisse,
Kendisi ne uzun, ne de kısa,
Zatı sıfatı bilmez bir zat

Lâ mekân! Mekânı yok, mekânsız,
Mekânsız olanın süreğine giden akılsız,
Vücudu olmayan başın bedensiz,
Mekânı durağı bilmez bir zat.

Evliyaların, enbiyaların ispatı dünyadır,
Ak defterde yazılmış olan künyedir,
Ruhlar için bir binadır,
Künyesi, binası olmayan bir zat

Dünyadır insanları ispat eden,
İspatı olmayan yoktur bir beden,
Haklıyı haksızı birbirinden ayırt eden,
Dünyasız, ispatsız bir zat

Kan babadır, anadır mekân,
Dünyada açılır cevahir dükkân,
Çifte koşup da tohumu eken,
Ekmiş de biçmemiş bir zat

Lâ mekânın sözü var, özü yok,
Yolu eğridir yüzü yok,
Anası yok, oğlu kızı yok,
Doğumdan ispat olmayan bir zat

Hasani sani, doğumda olur ispat,
Zatı sıfatı hangi sıfat,
Terazisiz mizansız kurmuş hayat,
Gelsin de çeksin bu zat.

Başköylü Seyyid Hasan Efendi